30 Ekim 2022 Pazar

Atmosferin Dili Olsa

Derler ki hayatımız boyunca konustugumuz hicbir kelime kaybolmaz,atmosferde saklanır.Bir gün bu sesleri dinleme şansı bulursak, artık bize ait olmayan,kendimizi bulacağımız sesler.
Ama 'anlar' öyle midir? Şair'in dedigi gibi ; 
Bir ağaç sürüsünün üstünden
Çok ağaçlı bir ağaç sürüsünün üstünden
Kesilmiş limon dilimleri gibi düşüyor güneş...
Tam da gozlerimin icine,yaşım cocuk.Bardakta limon suyu,icinde marul yapraklari,üstümde vişne ağaçları.Bu an yaşım hep cocuk,zaman hep o 'an' da durmus,kelimeleri anımsamıyorum.Benim olan bir sevinc duyuyorum...Sadece benim.O 'an' da hep yaşıyorum.

Simdi mi? 
Yuzumun yarısı sakal , yarısı travma...


4 Haziran 2015 Perşembe

Süheyla' ya kayıt dışı mektup

         Ah Süheyla, bütün hücrelerim o kadının tekelinde, saçmalarsam beni affet..

        İçimde elektrikleri kesilmiş bir lunapark var sanki, hiç denk geldin mi bilmiyorum, hani çarpışan arabalar rastgele savrulur, balerinin beli tutulmuş gibi durur ve mutlaka dönme dolapta biri mahsur kalmıştır. Hani üstelik o bağırsa sesi yere ulaşmaz da göğe doğru yükselir, sonra bekler ki uykusu kaçmış bir kuş duyar, yere konup birilerine söyler diye. Hatta o kuş uykusu kaçtığı için sanki yakalamak ister gibi avare avare kanat çırpar, bir türlü yere inmez. olur da inecek olsa mesaisi bitmiş vapurun korkuluklarına konar, işte orada ne duyduysa dönme dolaptan, ağzından denize düşürüverir. Vapura çarpmaktan dönen dalga o ağzından düşürdüğünü alıp önüne katarak daha büyük denizlere salınır. Daha büyük denizlerde kendinden büyük balıkları taşırken o önüne kattığı sözü unutacakmış gibi olunca kendinden büyük balıklardan biri o sözü midesine indirir. Sonra o balık acıkır ya da öylesine, bazen benim de yaptığım gibi, o sözü söyleyecekmiş gibi ağzını açar. Tam ağzından kaçacak iken bir oltaya takılır şaşkın dudakları. Balıkçı ne taşıdığını bilmeden sevinçle istifler balığı kasaya hatta afiyetle satar. İşte belki önüme konacak olan balık o olur da ben o sözün ağırlığını kaldıramam diye balık yemiyorum ben Süheyla. İçimde söylediğim dışımda yankılanınca ruhum panikle sağa sola kaçışıyor. O yankı ufacık bir noktadan boğum boğum büyüyüp zamanın ta kendisini dolduracak, o boğum zamanın ta kendisine ufacık bir çatlak açacak, o zaman o çatlaktan apayrı bir zaman akıp nefesimle düğüm olacak diye korkuyorum. Karmaşık konuşuyorum diye kızma, kafamın içine fosil ektiler elmas olmadan çıkarmak istiyorlar, başım ağrıyor Süheyla.

Kusura bakma bu gece sürekli uyuyayım, sonsuza kadar uyanık kalayım istiyorum..

Selametle..

23 Mart 2015 Pazartesi

       Fransa' nın giyotin ile idamı onayladığı tarihten bilmem kaç yüz yıl sonra arabada oturmuş kendi giyotinlerimizi bileyliyorduk. İki kişiydik, kimse candy crush oynamıyordu, kimse konuşmuyordu, kimse iki kişi olduğumuza inanmazdı. Ada bile alay eder gibi seyrekleşmiş ışıklarının göz kırptırarak, nasıl olduğumuzu sormak yerine, nasıl olduğunuz belli ne bekliyorsunuza getiriyordu konuyu. Ve koca sessizliğin içinde, iki şişe biranın çınlaması boğum boğum büyüyerek adaya kadar ulaşınca, rahatlamış gibi biraz daha sessizlik peyda etti ortaya. Eğer iki yakın arkadaş iseniz ve arabada adaya karşı park halindeyseniz, bira çınlaması boks maçı ziliyle aynı işe yarar, tek fark siz havaya yumruk atarsınız. Telefonu teybe bağlayıp " Orhan mı ? " diye sordu. " Hayır . " dedim " Müslüm " .
Adettendir, ilk yudumlar cümle kurulmadan içilir, bizim de zaten pek niyetimiz yoktu. Biranın ilk yudumunun ağızda bıraktığı tuhaf tat mı yüzümüzü ekşitti yoksa başka bir şey mi vardı, anlamaya da niyetimiz yoktu. Sessizliğe ilk ses bombasını Zafer bıraktı.

21 Mart 2015 Cumartesi

1,5

" Böyle bir yerde çay nasıl bir buçuk lira olur ?!  " diye kükredim. Hiç biri cevap veremedi doğal olarak çünkü haklıydım. Önce destek bekler gibi çay bardağına baktım, içindeki yarıya inmiş çaya ukala bir bakış atarak. 

" Mahalle arasındaki çay bahçesinde çay bir buçuk lira ! " biraz daha sakindim, biliyordum ki hepsi benimle aynı fikirde. Yine de teyit etmek için bu sefer çakmağıma döndüm, bütün siyahlığı ile bana hak veriyordu. Daha sonra sigarama ve kül tablasına ve kül tablasının içindeki izmaritlere. İzmaritlerin ezilip büzülmüş hallerindeki sessizliğe,o sessizliğin kül tablasından santim santim yürüyüp önce çay bahçesini ve giderek mahalleyi, semti, şehri ele geçirmesine. Bu koca şehri sahiplenen koca sessizliğin kendinde taşıdığı uğultuya, o uğultunun şehrin üzerinde yükselerek bulutlarla beraber yağmur olma hevesine, yağmur yağdığında, belki ruhları temizlensin diyedir, ağızlarını göğe çevirip koşan çocukların neşesine. O neşelerin içindeki dişe denk gelen taş gibi, babalarından kalma öğütlere, öğütlerdeki sahiplenmek gibi değil de ürkek ceylanların dere yataklarında aynayı andıran sulardan içerken kendini görünce ürkmesine benzeyen sahiplenmeye, sahiplenmenin damarlarında akan sevmeklere. Sevmeklerin mayın tarlası olan korkulara, korkuların getirdiği o beton, yerinden oynatılamaz ve kalın karanlığa. Oyunbaz, sinsi ve acımaz bir çift elin getirip bütün şehrin üstünü örttüğü, her şeyi gözlerin önünden kaybeden ya da birbirine benzeten karanlığa, karanlıkla beraber her yere bulaşarak, vıcık vıcık, dalga dalga ve ağır ağır gelen başka bir sessizliğe. Sessizliğin genişlettiği ve genişleyince hiç bir yere sığmayan, sığmayınca da geçmek niyetinde olmayan zamana bakıp öylece kalıyordum.

       Heh ne diyordum " Böyle bir yerde çay nasıl bir buçuk lira olur ?! " Masadaki her şey, çay bardağı, çakmak, sigara, kül tablası bana hak veriyordu.

15 Şubat 2015 Pazar

        " Teslim ol "  diye bir ses işitti Kont Ramon, elindeki kalemi kağıdın üzerine bırakarak kendinden emin bir şeklinde yüzüne dökülmüş, bir kaç teli beyazlamış saçlarını tekrar geriye atıp sesin geldiği tarafa dönerken aynı ses devam etti.

" Ve sakince ilham perilerini yere bırak " 

15 Ocak 2015 Perşembe

Bana bir tebeşir bul !

... Sonra caddenin ortasından geçen bir koyun görürsünüz, sırtı kınalı, insan etrafındaki her şeyin hayal olduğunu düşünse bile böyle bir şeyi hayal edemeyeceğini bildiği için " dan " diye düşer gerçek dünyaya..

- Bu gerçek mi ? 

- Lütfen susar mısınız, Böbrek taşı Bey !

Denizin karşısındaki bankta 3 kişiydik, ben, Böbrek taşı Bey ve kedi. Ben kediye hayat hikayemi anlatarak bana acil bir tebeşir bulması için ikna etmeye çalışıyordum, Böbrek taşı Bey bizi dinleyip olur olmaz lafa giriyordu.

- "Olacak iş değil, hayal görmüşsündür ! " Sonra kediye dönüp "Sen de buna inanıyorum deme sakın ! "

19 Kasım 2014 Çarşamba

Güzel Uykular

       Ah küçük, ben nasıl bekledim beni anlamanı, hem nasıl istedim. Oysa hep göğe yakın olan bendim, bakma " mavi gök orda mı " diye sorduğuma, ağız alışkanlığı..

      Ha biz olmuşuz, ha prime time bir dizi senaryosu, her şey ne kadar aynı. İçi tıka basa dolu bir sürü insan, insanların içini tıka basa doldurduğu bir sürü saat, saatlerin tıka basa doldurduğu bir sürü gün. Bir kaç saat sonra yine farklarına koca üzüntüler iliştirerek benzer umutsuzluklarına bürünecekler. Fakat ne tuhaftır, ben kendi elimden tutup kendi kendime yürüdüğüm bu sokaklarda, sanki bütün kaldırımında bir şeyler unutulmuş gibi her adımımda, her yerde sakin bir umut görüyorum. Ah küçük, sen şimdi baktığın yeri deli sevinci gibi aydınlatırken sanki ben hep karanlıkta kalmalıyım. İşte bu karanlıktan, o aydınlığa kaçan bütün insanları tanıyor gibi, durup seyrediyor gibi, sadece beni ıslatıyor gibi yağan yağmur, gürleyen gök, neye kör olduğu belli olmayan bir sürü göz yansıyor. Her şeyin sonlu olduğunu, çoğu şeyin başlayamayacağını hatırlayınca uyuyayım geçer diyorum, uyuyorum, geçmiyor.

       Ama bütün bu hal içinde, sen gözlerini kapatınca bütün ışıkları sönüyor ya dünyanın, bu karanlık böyle iyi, güzel uykular küçük...

3 Eylül 2014 Çarşamba


27 Ağustos 2014 Çarşamba


Çok sıktım
çok sıkıldım,
iki hafta,iki gün ya da
iki saatliğine
maviye yakın bir tebessümle,
sonra farkedince kuşların gittiğini
o ejderha devrine 
yine yeniden
yıkıldım..

ki yağmurlar yağacaktı
henüz giyilmemiş bir hırkayı
paylaşacaktık,
belli, kapının önüne serilmiş
bir yalnızlığın var,
karanlık dahi sürtünemez odalarına..

ah o kaburgalarından içine akan ırmak
akıntıyla içini içine çeken,
oysa bağıracaktım adını
aklım bembeyaz kalana kadar,
bak yığılıyor bulutlar şimdi
ilk defa solmuş gibi gittikçe karararak
temelinden sarsıyor gözlerinin ahengi
ayakta alkışlanan savaşı,
ve damarlarımda atan mızrak.
sıkı tutun beni
gidersem kaderi ikiye böleceğim boynumdaki hançerle...


20 Ağustos 2014 Çarşamba

* kendime ve ağustosta rahat nefes alamayanlara 

     Ve mutlaka sadece sana ait olan kapı çok zamansız açılır. Uykunun en tatlı anında, beyninin en yorgun kısmında, ellerinin en soğuk mevsiminde, Sirkeci' de ya da dünyanın herhangi bir yerinde. Gerçek kadar güzel ve tutarlı serüvenlerini uç uca eklesen, bir arpa boyu yol alamazsın, peki ya bu zamansızlık, zamanın kendini giderek yok etmesi. Doğru ya, sen ancak tutarsızlığının tutarlılığıyla gerçek olduğuna ispat bulansın.

     Sabahları söndürülmesi unutulmuş yıldızlar, laubali ve afaki bir kaç bulut, tel örgülerde yırtılmış yağmur damlaları birikiyor içinde. Kendinle konuş, konuş ki göğsünün arasından geçip duran trene istasyon bulmalısın. Hem o istasyonda şimdi hafif hüzünlü bir rüzgar, kaplan yarası bakışlar, kulaklara sıkışan sesler, eylemi yoran ekler, raylar, sevgiyle harbe tutuşan sevmekler, seyrinin tam ortasından geçip rüyayı tuz buz ederek yastığının altına, bir sır biliyormuş gibi çırpınan dudaklarına ve bütün kısımlarının birbirine düşman olduğu ruhuna ilişen bir uyku vardır. Belki bu bütün korkmuşluğun ve talihsizliğin kaderinin kendine mahsus zabitleridir. Umut ;  gözünün önündeki flaş patlamasıdır, umutsuzluk ise zifiri karanlıkta görmeye çalışmak. İkisinin arasında geçen zaman hayatın kendisidir. Fakat aklın afili tavrı kalbin masum saflığına sökmez, iki düşman sadece savaş meydanında hemhâl olsa da, biri mutlaka yenilir.

     Ve birikmeye devam eder içinde, bir sürü sönmüş sokak lambası, geceleri görmeyen güvercinler, babalar, iş başında, mezar taşında.

     Ve o kapı açılır, mutlaka en zamansız anda.

     Ve şanslı olmak için ayak tabanına nal çakılmaz...

     Ağustos bitsin artık...


23 Temmuz 2014 Çarşamba

henüz bitmemiş şiir

ah o boynundaki ilk yaz kokusu
ve bileklerindeki bulutları
kaybetme korkusu,
çekilirken limandan gözlerinle
ürkek ve tedirgin
bir güvercinle denk gelirim,
belki ellerinle hazırladığın
bir gün
geç kaldığın yerlere uğrayıveririm

durulmuyor işte menekşe rengine kesen
ruhum yepyeni bir ağaç halinde
büsbütün yarattığın baş dönmesiyle
kapını bekleyen çiçeklere saklanıyorum,
sesinin verdiği uyuşukluk ile
yirmi dokuz yerimden yasaklanıyorum,
hem o üstüme örttüğün gece 
neyin nesi,
yıldızlar çiziyor omuzlarımı
boynuna aşk diye emanet
inci dizecek olsam,
boynundan
boynuma 
ilk yaz nefesi.. 

15 Temmuz 2014 Salı

Mütemadi Lakırdılar 8 -Ellerine İyi Bak-

        Ne ara bu kadar büyüdüğünü düşünüyorsan seninle aynı yerinde takılıp kalmışız hayatın sayın okuyucu. Berbere gittiğim zaman oturduğum tabureden, saçlarımı yana yatırmaktan, koşu yarışında beni geçenlerin kafasına taş atmaktan ne zaman vazgeçtim hiç bilmiyorum. Biz halı yıkanan sularla sokağın sonunda baraj yapan, 2. kat boyunda tellerden atlayıp kaçan topun peşine koşan çocuklardık, ne ara bu kadar şeyden iğrenir, bu kadar şeyden korkar olduk.  Yalnız aramızdaki tek fark benim kendimle beraber sorunlarımı büyütemem, çocukken yaşadığım sorunların aynılarını yaşıyorum. Mesela hala sürpriz yumurtayı itina ile soyup, tam ortasından ikiye ayırıp, çikolatasını yedikten sonra oyuncağına bakıyorum. Hem hala süper marketlerde çaktırmadan oyuncak reyonuna kaçıyorum. Okula yeni başladığım zamanlardı, rahmetli dedem sayesinde neredeyse her akşam sürpriz yumurta ile beni hayata bağlanır, annemin elinden kurtulup oyuncak reyonuna koşardım, özgürdüm, pervasızdım ve aşıktım.

5 Temmuz 2014 Cumartesi

Nanenin Aroması

        Ömrümün en allak bullak zamanları seni düşünerek geçti, dur hemen panik yapma, sen en allak bullak zamanına denk geldin. Gerçi seni çok sakin kafayla düşünebilirim diye bir iddia halinde değilim, hatta geçti gibi bir iddia halinde de değilim. Bütün malzemelerle aynı anda kaba konulup tadını iyice versin diye boku çıkana kadar yoğurulan nane gibiyim, oysa atmadan önce iki tokatta kendime gelirdim. O şimdi senin, nerede olursan ol benden uzakta, oturduğun cafelerin masalarının üzerindeki fesleğenler, avucunun içine alıp sevdiğin çiçekler anlar halimden. Unutma naneyi kullanmadan önce avucunun içinde iki tokat atarsan aroması patlar. 

       Benim yerime sen dursan sanki daha kolay olurdu, yani daha kolay olmazdı belki ama daha katlanılabilir olurdu. Oysa ben damarlarında adrenalin ihtilali olan heykel gibiyim, insanlar ilerliyor, mekanlar ilerliyor da öyle yer değiştiriyorum. Bütün bu insanlar neden durmuyor anlayamıyorum, ben dururken onlar ilerliyor ve dikkat çekmiyorum. İnsanların dikkatlerini ne acayip şeylerin çektiğini bilsen şaşırırsın. Gerçi sen herşeyi bilirsin gibi bir his var içimde, nereye gitsen bilirim gibi bir his var içimde. Gurur duyuyorum, içimdeki hisler istikrarlı bir saçmalama seviyesinde ilerliyor. Yani dışa vuramıyorum ama bir şeyler ilerliyor, mesela metro. Metro deli gibi ilerliyor ve ben hep uyuyorum, çocukluktan kalma alışkanlık panik anında hep uyumak istiyorum. Uyuyamadığım zamanlarda oyun oynuyorum çünkü uyumadığım zamanlarda aklıma taktir edilesi iradesiyle saçma sapan şeylerle geliyorsun.  Hoş ona gelmek denmez daha ziyade gidiyorsun, ki zaten bende 86. levelde takılıp kaldım, canlarım bitince yine seni düşünmeye başlıyorum. Hak ver bana, ya canım bitene kadar seni düşünürsem gerçekten, korkuyorum.

       Ben her sabah metroya biniyorum, insan yerin altında olduğunda mekan mefhumunu kaybediyor. Metro ilerliyor, neyin altında olduğunu bilmeyen bir sürü insanla duruyorum. Sağa mı sola mı gittiğini bilmeyen, hangi duraktan çıkarsa çıksın sana uzak düşen. Bu ara metroda yanımda oturup başka saçma sapan şeyler düşünen, ben uyurken yıkılmayayım diye omzuna omzumu sabitlediğim, oyun oynarken dikkatle beni izleyip her yanlış hamlemde aptal der gibi bakan gözlerin senin olmasını çok isterdim. 

Bu günlerde 10 saat uyuyorum...

3 Temmuz 2014 Perşembe

Hemhal

        Ah şu çok uzaklardan gelmiş gibi mağrur ama gururlu, bin türlü küfrün içinden geçerek, çamur ve çocukluğa bulamış önüme düşen ben. Hangi mevsim olursa olsun titreyecekmiş gibisin böyle, büsbütün soru ve sırla binlerce yıl yaşında. O ki durup dururken omuriliklerinden kurtulmuş, memleketin üzerine akan saçlarıyla, belki yabancı belki de hiç tanımadığın bir şekilde. Kaldı ki beklemek dahi koynuna aldığı sokak lambasıyla köşe başında, kaldırımda oturuyor. Bu bütün dokunulmuş sözlerimle, tek tek derime işlenmiş günahlarımla çağırsa vapurla gideceğim. O ki ay ışığı kondurulmuş gülüşünü gösterdikçe içimde tanımadığım bir hücre ürperiyor.

" parka dolalım
park bizi alır önce
seyrimizden bir sabah kazanır
eğri fakat daha çok eğrilmez bir şoförle
sayısız rampaya katlanır
ya güneşten daha zengin
sofraya diz çökeriz
ya sen kuş olup gitmeliysen bir trenle

oysa sergimize kuşlar gelir uzanır"

Cahit Zarifoğlu

1 Temmuz 2014 Salı

çok saçma aynı şeyler

        Bazen aynı şeyler farklı şekillerde söylenir ya da birbiri ile alakalı olmayan şeyler sana aynı durumu izah ediyormuş gibi gelir. Bu çok saçma, çok alakasız. çok aptalca olabilir ama anlarsın işte, ilk kez balığa çıkan çocuğun yakaladığı ilk balığın heyecanı ile yakalarsın. Sevgiline yaptığın ilk yemek için kestiğin soğanın seni ağlatması gibi, bunlar gibi ; 



küçük anne, kelepir kız,
bir şey söyle bana,
bana bir laf et ki binlerce,
onbinlerce görüntü anlatamasın.

genceli nizami'nin dediği gibi
taşı onunla yıkasalar
üzerinde akik biter,
bakışların ki...

ikinci bir parıltı var senin bakışlarında
keşke yalnız bunun için sevseydim seni. 


Cemal Süreya

*


Can't Take My Eyes Off You - Walk off the Earth (Feat. Selah Sue)

30 Haziran 2014 Pazartesi

        Nasıl unutabilir insan çaresizlikle karşılaştığı ilk yeri ? O tanışma anına şahitlik edenleri nasıl silip atabilir ? Ekseriyetle sigara içmeye yarayan ve çocuk gibi kalem çiziği ellerimin yüzümü serbest bıraktığı gecelerde dönüp dönüp göğe bakıyorum. Kafamın üstünde milyon yıldız, bazıları söneli yıllar olmuş olabilirmişmiş. Şimdi hangisini silip atacağım bilmiyorum. Bu banklar ne kadar çok acı biriktirmiş, hangi bank beni kucağına oturtmuştu o gün hatırlamıyorum. Zarifoğlu söylemiş " ne çok acı var  ", arkadaşlarım söylüyor " kafana takma", ulan herkes bir şeyler söylüyor, iyiliğim içinmişmiş.

        Ben de biliyorum hep haklısınız, hatta bir tek bunu biliyorum hepiniz haklısınız, bi benim haksız olan, hiç bi bok bilmeyen, hiç bi şey hak etmeyen bi tek benim anasını satayım. İyilikler sizin olsun, ben çoktan sönmüş olabilecek yıldızlara isim takmaya devam edeceğim, yaptıklarım için pişman olup yapmadıklarıma daha çok pişman olacağım. Şimdi izin verirseniz bir sigara daha yakacağım. Çünkü cevabını bulmam gereken lanet bir soru var, nası unutacağım bu soktuğum çaresizliğiyle tanıştığım ilk yeri ? Belki onu bulursam, bir ihtimal  son çaresizliğimden nasıl kurtulacağımı da anlarım.

Bu aralar çok çay içiyorum...

26 Haziran 2014 Perşembe

Süheyla' ya son mektup

        Çaresiz bir mermidir aklım, kendi kaderinden habersiz, dokunulmadığı sürece soğuk, tek başına zararsız. Hangi elin eline geçerse geçsin yanlış, hep düşman ve sevimsiz. Daha kaç kere bilmem kaç kilometre hızla zırhına çarpacağım, ağzım yüzüm kan revan. Kaç kere düşeceğim koca koca gökdelenlerin tepesinden, ağzım yüzüm hep kan revan. Daha kaç kere kaç kere diye soracağım. Kalbimin yüzüme bakmaya yüzü yok, vicdanımın yüzüme bakmaya yüzü yok, aklımın yüzüme bakmaya yüzü yok. Vicdanımın kalbime, kalbimin aklıma, aklımın vicdanıma bakmaya yüzü yok. Damarlarımda bir deli bir cellat bir şeytan ile yaşıyorum, hangi dilde anlatsam dinlersin hikayemi. 

24 Haziran 2014 Salı

Dönüyor gözleri sonsuz rüyadan
Göğsünde bir ejderha kanadı
Bu evler geriyor şehri
ve yalnızlık
Boş ellerin kutsal tapınağı..

Bu bütün duvarlarıyla delirerek
hem daralarak avuçlarında
bin çeşit göz,
nasıl bir alevdir saçlarında yakan rüzgar
koca geceyi emerek hoyratça
tam ortasına sapladığı
o asil damarlarıyla
nasıl bir köz,
ki işte gidiyor
birden ve zamansız kurtulmuş bulutlardan
mutlaka dünyaya dökülecek saçlarıyla
başka bir hal oluyor durup düşünmek
kim bilir hangi trene binecek
burada ya da başka bir memlekette
yalnızlık yüzünü göğe çevirmiş bekleyecek..

ben ki sırılsıklam ve umursamaz
gördüğüm bütün sokaklarda ölüyorum,
ah o siyah saçlarına kondurduğu
ceylan duruşuyla
gülüşünde bilmem kaç senelik meltem
bir şeye geç kalmış gibi
yürüyor
her adımı bir söze bulaşmış
gidişi her şeyi yerli yerine oturtan deprem

Katrana iştah açan gözlerinle tanıştım
tatlı bir yalnızlık edinmişsin bakışlarınla
dudaklarında bin çeşit sevda sayhası
yağmanı bekliyorum, saçlarının da..

28 Mart 2014 Cuma

Gömlek Ütüsü


* Ve o gün bugündür kendine gelemeyene , sabahın 5' inde

Uyanmak için çok erken bir saat, uyumak için ise çok geç. Sokaklar henüz ışıklarını söndürmemiş fakat kararını vermiş sertlikte. Zaten İstanbul'da tepe kalmadı, bunu geçelim olmaz mı ? Hepinizi tanıyor ama uzun zamandır görmüyor gibiyim ya da hiçbirinizi tanımıyor ama bir yerlerde görmüş gibi. Bendeniz Turgut U. uzun zamandır yokum ve hala, tanışalım mı ?

Sokağa çıktığınızda siz de benim gibi tedirgin olmuyor musunuz ? Her yüzde yeni bir yalan göreceğim diye, her yalanda insanlardan biraz daha soğuyacağım üstelik soğuduğumu belli etmemek için ben de yalan söyleyeceğim diye ? Aranızdaki tek yalancı ben miyim ? Aranızda tek tedirgin olan ben miyim ? Sokaklar herkes dışarıdayken de bana ait, kimse yokken de  - acele etmememin sebebi o sana bir türlü anlatamadım -. Bütün el hareketleri birbirinin aynısı ne acı, herkesin gülüşünde bir toparlanma görmek. Benim gibi hep yanlış yerlere bakıyorsanız her baktığınız noktaya bir umutsuzluk kaydedilmiştir çoktan, size ait olsa da olmasa da, ben üstüme alınan cinslerdenim, üretim hatasıyım. Hep yanlış duraklarda beklediğimden beklediklerime sitem edemiyorum. Ulan ne vardı haklı olsaydım da ağız dolusu küfür edebilseydim kana kana diyorum, ediyorum, yine haksız oluyorum. İki köşe parçası kayıp puzzle kaderimi baş köşeye asmışım, kayıp olmasa güzel olacak diye. Olasılıklarla şekillenip tesadüflerle ilerleyen ucuz prodüksiyonlu Türk dizisi hayatımdaki tek sağlam durum tutarsızlıklarımdaki tutarlılık. Hal böyleyken rica ediyorum, ütü bilen biri yardım etsin.

Başımdan geçen kötü tecrübeler referans olarak kabul görseydi şu anda herhangi bir holdingde CEO olabilirdim. Ki emin olduğun nadir şeylerden biri bu hayat denen lanet oyunu becerebilen iyi insanlar ile becerebilen kötü insanların sayısı , kaybedenlerin yanında bir hiç. O yüzden kaderimi de suçlayamıyorum, talih denen meret size alkolle keyif verip ertesi gün ki baş ağrısıyla eziyet çektirir. Arada kalan zamanda - eğer şansı iseniz kabus yerine - gördüğünüz rüya da mutlu hissetmenizi sağlar, ancak rüyada.  Düşünsenize beceremediğimiz, başlayamadığımız aşkların yaşadıklarımızdan daha fazla olduğu bir dünyadan bahsediyoruz. Rastlantı, kısmet ve şanssızlık ayarları bozulmuş kaderimizi elimize alıp teknik servisine götürmeli, eğer hala garantisi bitmediyse. Çaresizlik dehanın hem Azrail'i hem Cebrail'idir !

Soyut ile somut arasındakine ne dersin bilmiyorum ama ben bi kahve içelim derim. - Dedim de, o da bahşiş olarak masaya bir gülüş bıraktı ki güneş kıskançlığından kaçtı, yağmur başladı - . Elimle tutamayıp tenimde hissettiğim yüzlerce şeyin var olduğu dünya da başka ne diyeceğim. Belki de ben çok hisli bir insanım bilmiyorum. Bilmediğim o kadar çok şey var ki bu yaşta artık öğrenmek midemi bulandırmaya başladı, kussam içimden bir sürü soru çıkacak. Madem çıkarıyoruz, blöfünüzü görüyorum beyler bayanlar, deli gömleklerini ütüleyin, ütüsüz sokağa çıkılmaz. Daha sık görüşeceğiz.

Selametle...

20 Aralık 2013 Cuma

Fotoğraflı Mesaj


15 Aralık 2013 Pazar

Aşka dair monolog

-Kendine gel ve elinde ne varsa yere bırak. Göğe bak, aslında giden sadece bulutlar, kimsenin bir yere gittiği yok. Çok zor biliyorum, kendimi sana inandırmak adına bir sürü yalan söylemeliyim. Beni mecbur bırakma çünkü mecburiyet seçimlerin bittiği ana denk düşen karanlıktır. Karanlıktan korktuğumdan değil, karanlığa çok alışığım aslında, karanlık içinde bir sürü yüz gördüm, bir sürü yüzde karanlık. Misal aşkın kaç yüzü varsa hepsi orada fakat hakkını yemeyeyim en son gördüğüm yüzü karanlık değildi. Aksine beyazdı, gözleri vardı kocaman, dudakları yeni şiir söylemiş gibi sesine o kadar yakışmış, saçları hangi okyanusun dalgası kim bilir, benim bilmediğim kesin. Görmeni isterdim çünkü ben de bir daha görebilir miyim bilmiyorum. Çünkü aşk hiçbir şey vaat edemeyeceğin zamanda, sen tam kılıcını çekmiş samuray onuruyla dururken tüfeği bulmuş batılılar gibi dikilir karşına. Vurduğu yerde dil biter, konuşmak toprağa atılan naylon torba gibi bin yılda ancak yerini bulur. Sonsuzdan başlayan geri sayım kadar meczup ama umutlu, mutlak mağlubiyete karşı gerilen göğsün çarpıntısı, en hunharca esir alınma şekli, sebepsiz yere yağmur yağması. Ah aşk, en kederli anda gülümserken fotoğrafının çekilmesi. Kimseye inandırmazsınız...

15 Eylül 2013 Pazar

Süheyla' ya 2. Mektup

Süheyla ağlayalım mı ?

     Bak, herkes bir sırrımı biliyormuş gibi yalnız ve çıplak bırakıyor beni. Göğsümde yüz binlerce ejderha çarpışıyor, ciğerlerime su yetiştiremiyorum. Mutlak olan can yakar, dünyanın fütursuz cesaretine karşı afaki ninniler söylüyorum. Süheyla ezelden beri çok yorgunum artık, her sokak başında kaybettiklerimi arıyorum.


     Kırılacak ne varsa tuz buz oldu, hayatın sillesiyle rütbe atladık. Oturup ağlamamak mı  delikanlılık çünkü İstanbul bir türlü deniz olmuyor anlıyor musun ? Ben anlamıyorum, nasıl oluyor da bedenimin tam ortasında yirmi küsur senedir pasif olan yanardağ birden patlayıveriyor üstelik iç organlarımın hiç birini eritmiyor. Aşk omurgasız bir canlıdır Süheyla her seferinde bizim körlüğümüze denk gelen. Dünya aşkla döner, eyvallah, bence de. Peki neden sevdiklerimiz gidince dünya durmaz, dönmeye devam eder ? Bu dünya kime aşık Süheyla sana mı ? Söyleme kaldıramam, zaten kendimi zor kaldırıyorum yataktan,yastığımın içinde kaç imparatorluk tarafından esir alınıyorum da akli dengemin tel cambazı haline şaşarsın, yel eser, tel titrer, elimde iki ucu oklu değnek bir sağıma batar bir soluma. Yastığım diyorum, yaptığı düpedüz ibneliktir, olmaz olsundur. 


     Ah saçmalıyorum çok belli, çünkü kafa karışıklığı insanın en sık karşılaştığı rahatsızlık belirtisi. Aslında korkmuyorum olandan , gelecekten daha çok. Aslında özlüyorum da serde delikanlılık var. Aslında bir bisikletim vardı benim küçükken, on sekiz vites, gece mavisi, çok afilli. Ayağım yetişmezdi koltuğa oturunca, çok üzülürdüm çok süt içerdim uzamak için. İşte şimdi yine ayağım pedala yetişmiyor ki çevireyim dünyayı, çok üzülüyorum, çok sigara içiyorum bi boka fayda etmiyor. Biliyorum içinde saatli bomba taşıyorsan koluna saat takmanın manası yok. Saatler de zaten pek dürüst davranmıyor. Bak gece yine üstümüze çekiliyor, ben huysuz çocuk debelene debelene üstümden atıyorum da gece yine anne gibi üstümü örtüyor. Bazen diyorum bazen ama çok nadir, tutayım saçından - ama senin değil hayatın - çekeyim kendime, yapışayım dudaklarına - ama senin değil hayatın - kanatana kadar öpeyim. Tutayım diyorum da ellerimin yerini hiç bir şey tutmuyor, savaşmadığımdan değil savaşamadığımdan sevişeyim diyorum, hayat beni tomalarla komalara uğurluyor. Bu serbest düşüşün sonu serbest sekiş olur da kendimi nerelerde bulamam diye korkuyorum. Bana bilmediğim bir dilde hikaye anlatmışlar halbuki hep, sokaklarda çıplak ayak koşmak çok zormuş, sokaklar kirliymiş, bir varmış, bir yokmuş..


Her neyse ne diyordum Süheyla Ağlayalım mı ? 



Delirmek üzere ...

10 Eylül 2013 Salı

Adaptasyon

Varoluş meselesini windowstan gelen kaçak Xp uyarılarıyla kontrol eden insanmışım meğer ben.Uzun süredir bu uyarıyı da görmeyince düştüğüm dehşet beni günler, aylar sonra buraya attı.
60 yaşlarındaki bir mimarı ;bilgisayarda ölçü almak yerine,elinde metreyle şantiyede dolaştığını gördüğümde şöyle söylemiştim içimden:Yeniliklere neden kapatırız kendimizi?

(Stv belgesel kuşağındaki esrarengiz sesle )
''Muhteşem tabiatın insanoğluna sunduğu en ilkel davranış:Adaptasyon''
Mağara adamlarının akşam çaylarında kurabiye yerine taş ikram ettiği günden bu güne hiçbir şey değişmedi aslında.

-Okulun veya işin ilk günü insanlar tanı ve yenilerini tanımanın zorluğunda ikisine de katlan.
-Sevgiliye yazılmış 'hay sıçayım biz bunları eskiden başka sevgiliyle konuşmuştuk,sen al şu eski konuşmalardaki özneleri değiştir.
-Yıllarca Kadıköy'den Taksim'e Karaköy'den değil de Beşiktaş'tan git.
-Bildiğin tüm programların en eski sürümlerini kullan.Görünümün ve kullanımın değiştiği gün unutma öleceğiz.
-Bakkaldan hep aynı peyniri al.
-Sürekli aynı yönetmen veya oyuncuların filmlerini izle.
-Hep aynı ülke,şehir,mahalle ve evde yaşa.
-Hayatını tamamiyle yaşanmicak düzeye getirene kadar tüm yeniliklere ve öğrenimlere kapat kendini.
Alışkanlığa daha yakın gibi görünse de ,içgüdüsel olarak adapte olamama korkusu daha etkin sanırım.Tembellik ya da bıkkınlık da olabilir.Bilemiyorum.
Ve bunlara benzer karın ağrıları.

*Buraya yazmayışımın ana sebebi de arayüzün değişmesidir belki.
**Kavram karmaşası yaşamış olabilirim,affola.Kelime kurmak hiç kolay olmadı zira bunca zaman sonra.





19 Haziran 2013 Çarşamba


Belki sen de biliyorsundur nereden bilecekler
Babamı bekliyorumdur belki milyonlarca parkın içinde
ışık vardır, ıslık vardır, barikatlar cabası
hayırlı bir iş için düğümlüyoruzdur damarlarımızı ikimiz de
belki de..

Varlığımı kanıtlamaktan dönüyorumdur
terk edilmiş tren istasyonundan
belki kuş bekliyorumdur ha kondu ha kaçacak
nereden bilecekler
raylara isyan basıyorumdur
ben düşününce sen de var oluyorsundur belki de,
sokaklar soluyordur hatta
en geçerli manifestodur hayat
özgürce öpüşebilmemizin ikramı tazyikli yağmursa
sırılsıklam aşık olalım bırak..

bak işte 
sen geçmişten acılar derlemişsin,
benim ciğerlerimde çocuklar var
sökülüp atılacak,
hayırlı bir iş için suçluyuz ikimizde
ve
biliyorum her haziran canım yanacak..


Ellerimizi birbirimiz için gömelim, bırak..

3 Haziran 2013 Pazartesi


Bir şeyler düzelecek, inanıyoruz. Belki de ilk kez bu kadar cesur ve yüksek sesle inandığımız şeyler için haykırıyoruz. Şimdi birlik zamanı, döndüğümüzde dertleşiriz. Selametle..

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Herkes kendinden mesuldür dünyası


       Zamanın hızının hızlandığı zamanlardayım ve kocaman " herkes kendinden mesuldür " dünyasının başkentinde. Sokakların mutlak içine kapanıklığı, cehennemi garantileyen cennet yüzlüler, bir sürü insan yorgun, bitkin ama marketten satın alınmş gibi aynı gülümsemeler. Kaldırımlar çoktan kıyamet alametleriyle dolmuş. Kıyameti beklemek adettendir fakat insanın kendi kıyameti öldüğündedir bunu unutmak ise kendine yapılacak en büyük zalimliktir. Nereden duyduğumu hatırlamıyorum " her insan kendi kıyametini kendi içinde bulacak " diye bir söz vardı, tabi bunu duyduğumda çok gençtim, içten gülüp geçebilecek kadar. İnsanın zulmetmeyi de sevmeyi de önce kendine yaparak öğrendiğini anlamayacak kadar, dünyanın daha hızlı dönebileceğine inanacak kadar gençtim.

Bu memlekette isimlerini şimdi hatırlayamasam da her sokağın bir adı var, her sokağın başında kusmak için bir köşe. Bazı insanlar bakışlarıyla kusar, bazıları elleriyle ama mutlaka kusarlar. Çünkü gariptir içinde kendi cehennemini taşıyan insanların elleri soğuktur, alevlerini birbirleriyle yarıştırır.  Duygularını kendi alevleriyle yakarak içindeki külü nefretle dışarı atar. Gariptir, insan nasıl olur da kendi sonunu böylece üstelik farkında olarak hazırlar. Cehennemini tam bedeninin ortasında isteyerek taşır,ruhundan arta kalan boşluğa kaç melek kaç şeytan sığdırır. Kendi ile arasındaki mesafeyi nasıl kendini tanıyamayacak kadar uzatır, başkalarının zulmünü hatta kendi kıyametini dünya masalını dinleyerek görmezden gelir. Ve asıl nasıl korkularından daha korkunç bir yüz ifadesiyle, yalan söyleyerek, korkak olduğunu gizleyerek gülümseyebilir.

Hadi sende durma ! Nefretini kus, kendine yaptığın zalimliği başkalarına ödet ! Kendi dünyana dokundurmadan başkalarının dünyasını tam ortasından becer. Melekleri, şeytanları, olacakları siktir et ! Kaldırımlar senin, gök senin, toprak senin, dünya göz alabildiğine sadece senin. Aslında ne kadar masumdun dünyanın ninnisi kulaklarına fısıldanmadan önce ama şimdi yaşamak için cehennemini körüklemelisin ! Düşünme, burada herkes böyle, burası " herkes kendinden mesuldür " dünyası, hoş geldin...

25 Nisan 2013 Perşembe

Ulusa Serzeniş vol.1


      Yalnızlığımız gerçeği yansıtmıyor. Sır bedenimizin ne tarafında, içimizin mi dışımızın mı yansımasını görüyoruz bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da herkesin bir sır sahibi olduğu, ciğerlerine asfalt dökülmüş, kalbinin kıyılarını doldurarak kara haline geriten şeye dön bir bak. Kendin yüzünden, kendi yüzünü göreceksin..

      Bütün derdi kendiyle olan insanları seviyorum ben - ki az insan severim ya da insanı az severim bilmiyorum - Etrafında hiçbir şeye kabahat bulmadan, bütün olanların hesabını kendinden sonrabilen insanları, ben malesef onlardan biri değilim. Olmayı çok isterdim fakat etrafta o kadar sığınacak bahanem var ki kaçıp saklanmak kendime karşı sağlam bi nara atarak " gel lan buraya tipini .. " yüzleşmekten kolay geliyor. Ne yazık, korkunun dibindeki huzura erişecek cesareti bulamamak, üstelik bu kadar sene yaşamışken. Hatta bazen zaman geçsin diye yaşadığını düşünerek yaşamaya çalışmak gibi yapmak gibi bir şeyler düşünüyorum, bir türlü toparlayamıyorum - toparlayabilirsem yakında bir de çok katlı bol aksiyonlu bir hikaye yazmayı düşünüyorum- Kocaman kan bağışı kampanyalarının arasında kan vermeye gidip kanı alınmayan biri gibiyim - hastalık vb durumu olanları tenzih ederim, ilkkez "tenzih" ediyorum çok acemiyim - Yani iyilik yapmak için izin almam gerekiyor, sıradanlaşarak kaybolmayı başarabileceğimi düşünüyordum, sıradanlaştıkça daha çok farkediliyorum. Bu dünya şanssızlara ve normallere göre değil dostum !..

10 Nisan 2013 Çarşamba

Tesadüfi Hakikat


      Bütün kapılar kapanır, geçip geçmediğinizi umursamadan, zamanın erimez iradesiyle kapanır. Biz, kafatasının derisini yelken yapan insanlar burnunun pruvasına doğru yol alırken kapanan kapılardan geçemediğimiz için yönümüzü değiştirir, bu işe de seçim deriz. Seçim tereddütten ibarettir halbuki, tereddüt de hakikatin olmadığı yerdeki yanılsamadan..


4 Nisan 2013 Perşembe

Marty Mcfly çaresizliği

Bazen kendimde Marty Mcfly çaresizliği hissediyorum.Zamanın geçmişinde yapılan bir hamlenin Mcfly ailesini tarihten yavaşça sildiği sahnelerin aksine,benim durumum şu andaki seçimlerimin beni gelecekten silmesine  dayalı sanki...


Ne bileyim,insanların,kurumların çılgınlar gibi vesikalık fotoğraf aldığı şu dönemde;ben vesikalık fotoğraf çektirmemeye direnip; bilgisayardan ya da facebook'tan bulduğum fotoğraflarımın kafasını kesip 1 liraya ozalitçiden çıktı alıyorum.Gökyüzünden arka fon,Umut Sarıkaya deyişiyle 'O kadar yıl Tibet'te kaldım,hala Serdar Ortaç'ın -herşeyin farkındayım,bu durumdan memnun değilim yüz ifadesini' ve her pikselinde İzzet Yıldızhan netliğini hayal edebilirsiniz vesikalık fotoğraflarımda.Hal böyle olunca fotoğrafı çıktı alan ozalitçi abiyle  aramda ister istemez  ifadesi şuna benzer bakışlar silsilesi oluşuyor:

Offff...dedi. Ne oldu? dedim 
Hiiiiiç, dedi.
Herşeyi bırak gel benimle, dedi.
Olur mu? dedim.
Topu topu bi tabak fazla koyarız soframıza, dedi.
Olmaz, dedim. 
Neden? dedi. 
Aynı tabaktan yeriz, dedim. 
Bir daha sevdi... 


Neyse,nasıl buralara geldim hiç hatırlamıyorum.Sadece birkaç kelime yazıp gidecektim,şiirin içine etmek gibi bir amacım ise hiç yoktu. 
Fotoğraftan daha fazla silinmeden;hoşçakalın.

22 Şubat 2013 Cuma

18 Şubat


     Çok yorgundum, ellerim kirli, üstelik yaşımda küçüktü hatta Haydarpaşa garında tek başımaydım. Tren bekliyordum, gören trene meydan okuyorum zannederdi. Ah ulan diyordum ah ulan, sizin sevgililer gününüz, cart gününüz curt gününüz varsa benimde koca yalnızlığım var, doğum günüm var. Ben tek, siz hepiniz ! Haydarpaşa garındaydım, tren bekliyordum, sanki tek bekleyen benmişim gibi, sanki tren benim istediğim yere gitmekle mesul gibi. Kimse birbirini tanımıyordu ve elimde sadece bir pazartesi günü vardı yakıp ısınabileceğim. Aylardan şubattı üstelik 18. günü..

     Uzun zaman olmuştu dünyada park halindeydim, zaten beni park edenin de hatalı park ettiğini düşünüyordum. Park cezalarından ne camım kalmıştı ne sileceğim. Üstelik bu dünya üzerinde ziyadesiyle göt oğlanı ve bir o kadarda sefil vardı, yani hangi tarafta olursam olayım fazlaydım. Bir banka oturup delirme sıramı beklemekten başka şansım olmadığı kanısındaydım ve hala tren gelmemişti. Herhangi bir banka oturup tren beklermiş gibi yaparak delirmeyi beklediğimi kimseye çaktırmadan beklemek gibi bir şey yapmak istiyordum, bütün bu yaşayanlara ben de yaşıyorum diye bağırmak için, o trene binebilmek için delirmeliydim.

     Çünkü o tren belki de gelmeden birkaç istasyon önce müstakbel sevgilimi indirmiş tanışma şansımızı ihraç fazlası mal gibi sokağa düşürmüştü, belki iş toplantısına giden memur olmak zorunda kalmış bir şairi işine daha çabuk yetiştirmeye çalışıyordu. Hatta belki " bir at, bir ata bütün krallığım " diyebilecek bir  yavşakla aynı trene binmek üzereydim, ihtimaller daha kötüleri üzerinden doğuyordu. Korkuyordum modern insan yapısı bulaşıcı olabilirdi, telaş kalabalık içinde saatli bir bomba - ki saatin kaç olduğunu bilmiyordum- , umursamazlık televizyonlarda çok acıklı bir dizi sahnesi görene kadar geçici körlüğe, geçici körlük geçici şeylere aldanmaya yol açabilirdi. Hatta şu an meteor düşebilir, beklenen kıyamet kopabilir ya da karısından ayrılan bir adam cinnet geçirip hepimizi vurabilirdi.  Gece ikiye bölünebilse birini çalardım, korkuyordum bu kadar aydınlıkta beni farkederler diye. Fakat gece ikiye bölünemez, parçalanamaz, çalınamaz işte sırf bu yüzden bana bir bank gerekiyordu ve trene binebilmek cesareti için birazcık delirmek.  Sonra da banktaki eşkalimi tebeşirle çizerek alt kümelerinde bir daha delirmek. Aylardan şubattı, üstelik 18. günü..

11 Şubat 2013 Pazartesi

Mütemadi Lakırdılar 7


     İki elini de masaya vurup bira bardağını devirmeden önce, haftalardır randevu koparmaya çalıştığım kızı sonunda bir şeyler içmeye ikna etmiş, kızı güldürmek için aklıma gelen türlü saçmalıkları anlatıyor, aklında iyi vakit geçirdiğine dair izler bırakmaya çalışıyordum. " Demek buradasın " diye bağırdı ,bardak devrilmesine rağmen yarattığı şok dalgası masadan kimsenin kalkmasına izin vermiyordu. " Beni beğenmiyorsun ama bu kevaşeyi  hayatına sokacaksın öyle mi ? Peki neden, benden daha mı güzel, çok mu zeki , çok mu iyi sevişiyor, daha mı kıvrımlı bir kalçaya sahip ? Neden ! ". Gözlerinden saçılan karanlık yüzünden kimse birbirini göremiyordu, kör olmuş bir şekilde " ama ben .. " diyebildim.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Bananormal Activity

Özür diliyorum.
Uzun yoldan geldim.Tüm yol boyunca verdiğim kararları,yaptığım seçimleri ve obsesif kişiliğimi düşündüm;ikili koltuğa uzanmış,botların içinde sıcaktan pişmiş ayaklarımı cama yapıştırırken.İnsan verdiği her karardan pişmanlık duymamalı.En basitinden şu ayağımdaki 50 kiloluk botları,sırt çantamda taşıdığım senaryosunu düşledim,botların ayak topuğuma yapacağı döndürme etkisini ve beni bir kaplumbağa gibi sırtüstü devirip sonsunza kadar öyle kalacağımı falan.O halde yeni insanlarla tanışma çabalarımı:
-Hey,ben burdayım.!

-Normalde şu her penceresinde farklı perde olan evde yaşıyordum.Yani devrilmeden önce.

Burada,sırtüstü devrilmiş verdiğim kararlarının tamamının takıntılı kişiliğimden kaynakladığını düşünüyordum.Markette alışveriş yaparken çukulataların yüzey alanlarını hesapladığımı,bu alana düşen antep fıstığı sayısının o andaki en önemli seçim sebebim olduğunu.Bir gün, soğutucu dolapların en arkasında saklanmış,en taze ürünleri alırken,akıma kapılıp öleceğimi...
Kendimi tam olarak şu 23 numaraya takıntılar gibi hissediyorum.Benden korktuğunuzu biliyorum.
Tüm anlatılanları unutun,şu sırtüstü devrilen kaplumbağa hikayesini falan da.Tüy kadar hafif yazlık ayakkalarımı değil de 50 kiloluk botları giymemin fizikle ya da matematikle pek ilgisi yoktu.Sadece İstanbul alabildiğine yağmurluymuş,hava durumunda öyle diyordu en azından.Çoğu zaman verdiğimiz kararların da sebebi basitti.Afrika'da bir kelebeğin kanat çırpması,İstanbul'da fırtınaya neden olabilirdi mesela.
Özür diliyorum.Tüm yol boyunca 42 numara botlarımın tabanını izlettiğim ineklerden.Ve özür diliyorum -bu yazıyı okumaktan yapacak daha iyi  milyon tane seçenek varken-size bunu okutuğum için...

15 Ocak 2013 Salı

Üst Yazılı Filmler-1

Benim filmlerim daha güzeldir,seninkiler güzel midir derken şöyle bir oyuna giriştik arkadaşımla.Oyunun kuralları basitti.5 'er film seçtik birbirimiz için ve oturup birlikte izledik.Film bitince de film hakkında tek kelime konuşmadan,hissettiklerimizi,düşüncelerimizi ve filme verdiğimiz puanı bir kağıda yazıp bir kutuya attık.En önemli kural da tüm filmler bitmeden kağıtları açıp okumamaktı.Filmlere verdiğimiz puanları bilmemek,daha adil puanlama yapmamız için önemliydi.Tüm filmler bitene kadar yorumları okuyamamak zor olsa da ,yorumları okurken ve filmler hakkında konuşurken epey eğlendik biz.

Bloğu açtığımızdan beri film tanıtım yazıları yazmak istiyodum ama bu iş pek de bana göre değil.Sonuç olarak izlemek için yeni filmler arıyorsanız yazının devamı hoşunuza gidebilir:

31 Aralık 2012 Pazartesi


Siz de seversiniz belki..

18 Aralık 2012 Salı

El Altından Notlar



I  

   Evet.. Canımızın yandığı da görülmüştür, sevinçten duvar üstünde tek ayak yürüdüğümüzde. Çok yanlış zamanın çok yanlış mekanla aynı anda tenimize dokunduğu da olmuştur. Zamanı durdurmayı nefesimizi tutarak başarabileceğimizi kaç kere düşünmüşüzdür kim bilir. Lakin insan ancak kendi zamanını tutabilir, asıl mesele neyi tutmak istediğindir. Zamanı mı, zamanı durdurabileceğine inandığın elleri mi ? Aşığın zamanı geç işler demişti ama kim hatırlamıyorum, zaman sadece aşık olduğunda bileğinde değil de damarlarında gezer..

II

Tamam biliyorum sakinlik daha doğrusu bu kadar durgunluk bana pek yakışmıyor ama son zamanlarda durum bundan ibaret. Çünkü etrafta çok " son " lafı dolanıyor, haberleri açıyorum 21 aralık hikayesi, etrafıma bakıyorum insanların bir şeyleri beklemekten vazgeçmiş haller..  Aslına bakarsan dilimde tüy bitti şunu söyleye söyleye ama tekrar söyleyeceğim insan kendi kıyametini kendi koparır, bak cidden var o güç içinde. Sonunu sen getirirsin, istersen dört nala giden bir beygir gibi, istersen her saniyeyi parmağınla sayarak. Yaşadığın, yaşayacağın her şey senin elinde, el önemli, ele özen göstermeli..

III

Aslında merak ediyorum kaçınız kasetlerin üzerine pamuk tıkayıp teyplerle kendi sesinizi kaydetme keyfine erişebildiğinizi. Masum çocuk sesinizi bilmem kaç sene sonra hayatın getirdiği zorluklara ya da türlü dalkavukluklara maruz kalan sesinizle dinlediğinizde neler hissettiğinizi. Bu keyfe erişeniniz var ise aslında elinizde tuttuğunuzun çoktan kaybettiğiniz masumiyetinizin ispatı olduğunun farkına varmış olmalısınız. Zaman senden ne alır ya da ne verir aslında pek önemli değil, gidenin zaten geri geldiği görülmemiş. Biz sadece kaybettiklerini anlayabilen varlıklarız o kadar, çok şey istemeyelim kendimizden. Ve hepimiz aslına bakarsan birer teyp kasetiyiz, tek farkımız bizim kayıt işlemimiz bittiğinde pamuk tıkanır. İşte sırf bu yüzden bile elinizde öyle bir kaset, fotoğraf ne bileyim bir video kaydı  varsa kıymetini bilin, insanın geçmişi avucunun içine sığacak kadardır. Avucun da anladığın kadar, elin her yere uzanır aslında yeterki elini uzatacağın yeri bil..

12 Aralık 2012 Çarşamba

İstasyon monoloğu


        Bir tren kaç adam eder, ya da istasyonları sığınak yapsak mesela. Mesela bazen düşünüyorum da bütün yollar demirdendir ama bazılarına peygamberler iner. Sonuçta hepimiz birer ölümlü adayıyız. İşte sadece bu yüzden bile insana dokunmak istiyorsan boşluğundan değil olanından tutacaksın. Çünkü ne kadar yaşayacaksan hep bir şeyler bir türlü olmayacak. Trenler kaçacak, vapurlar kaçacak, zaman kaçacak illaki, elinde tuttuğun elin kıymetini bilmek elin hassasiyetiyle alakalı, kaçacak olanı durduramazsın. Ve neticede " her şey naylondan" ise hakikaten sigara içmek cidden tehlikelidir.

27 Kasım 2012 Salı

Yabancı


Geçenlerde karşıma nerden çıktığını henüz kestiremediğim yazılarıma rastladım,şöyle 5-6 yıl öncesinin.Tek kelimesini hatırlamıyodum ama ben yazmış gibi hissettim okuyunca.Öyle olmaz mı çoğu zaman.Geçmişte bıraktığınız bir yaşam,artık size ait değildir.
Sonra kitaplar okursunuz,kendiniz yazmış gibi hissedersiniz.Öyle 5-6 yıl öncesine ait de değil üstelik,belki yüzyıllar öncesine aittir.Ölümsüz olduğunuz aklınıza gelir.Ya da yüzyıllar önce doğmuşsunuzdur,yaşamışsınızdır,yazmışsınızdır,ölmüşsünüzdür,unutmuşsunuzdur ve yeniden doğmuşsunuzdur.Yıllar önce adınız Oğuz Atay’dır ve şunları yazmışsınızdır:
‘Üç çeşit meslek varmış;mühendislik,doktorluk bir de hukukçuluk.Ben ressam olmak istiyordum.Babam böyle bir meslek olmadığını söyledi.Prens Paradoks’tan bahsetsem kim bilir ne der?Belki şimdi sizin yanınızda Dorian Gray’lik yaparım bir süre.Sonra beni Lord Henry’liğe terfi ettirirsiniz.Masrafı neyse veririm.Fakat bir sıfatla başlamak istiyorum.Bu çocuk ilerde büyük adam olcak gibi ne olduğu belirsiz bir tanımla değil…’
 Camus olmuşsunuzdur insanlar sizin hayatınızı tayin ettiğinde,sözünüz yoktur,yalnızca kendi kendinizi izliyormuş hissine kapılırsınız; 'yani bu işin benim dışımda görülüyor gibi bir hali vardı. Her şey, ben karıştırılmaksızın olup bitiyordu, kaderim bana sorulmadan tayin olunuyordu.'
 Bir gün Kafka,Pavase ya da Pessoa olmuşsunuzdur.Hatta yazdıklarınızla karşılaşmadıkça kim olduğunuzu bile hatırlamışsınızdır ama yazılmıştır onlar,siz bulsanız da bulmasınız da.Kendinize söylemeye cesaret edemeyeceğiniz şeyleri yazmışsınızdır Svevo olup: 'Düşündüğümde,kendimden ve geleceğimden umut kesmek için babamın ölümünü beklemiş olmam bana öylesine garip geliyor ki,şaşıp duruyorum..
 5 yıl önce ya da 500 yıl önce yazmanız bir şeyi değiştirmez.Yazdığınız her şey olduğunuz değil olamadıklarınızdır.Olamadığınız kişilerdir.Aslında siz aynı kişisinizdir hep,adınızın önemi yoktur.

Fırsat verilseydi ben,’ben’ olabilirdim.

31 Ekim 2012 Çarşamba

Fehimsiz Vol : 2

- Hikayenin ilk kısmı :  Fehimsiz Vol : I -


Merdivenlerden ağır ağır çıkarken sessizliği bozan tek şey, hareket sensörlü apartman lambalarının her katta açılıp kapanırken çıkardığı tok ses, kafasının içinden geçen düşüncelerin dağılmasına yetmiyordu. Galibi belli olmayan bir savaştan az yara çok anı edinerek firar etmiş gibi neredeyse adımlarını kaldırmadan kapıya doğru yürüyordu. Eğer apartman lambaları ve kapı önündeki çöpü karıştıran kedilerin çıkardığı sesler olmasa kendi bile yürüyüp yürümediğine emin olamayacaktı. Kafası o kadar ağırlaşmıştı ki kendi evi olduğuna emin olmak için sadece kapının girişine bakabildi. Önünde durduğu kapının evine açılmasını çok istiyordu bu yüzden kötü ihtimallere karşı anahtarını ağır ağır taktı kilide. Alkollü olsa şu an çektiği  işkenceyi hatırlamayacak hatta kim bilir kimin evinde olacaktı. Fakat bu gece perşembeydi, kanında sadece - hiç sevmediği - kendi kanı geziyordu ve evinde uyumak zorundaydı. Kilidin açılma sesiyle kafası biraz hafifledi çünkü en zor olanı bitmişti, evindeydi artık, şimdi sadece duşa girip ılık suda aklından geçen herşeyi yumuşatması gerekiyordu uyumak için. Duştan yine nemli saçlarıyla çıktı, çocukluk alışkanlığı. Yatak odasına doğru hiç ışık açmadan yürüdü, üstüne rastgele birşeyler geçirip yatağa uzandı. Eşinin yanına kendi yatağına, normalde olsa ya oturma odasındaki koltuğun üzerinde ya da başkasının evinde yatıyor olurdu ama bu gece diğer gecelerden -anlamsız bir şekilde - çok daha ağırdı. Bu ağırlığı sanki sadece kendi yatağının kendi tarafı kaldırabilirdi. Yatağa uzanıp ellerinden birini kafasının altına koydu, gözlerini tavana dikti, "nasıl olurda bu kadar yabancı gelebilir bir insana karısının yanı, kendi yatağı " diye düşündü. Düşündükçe yoruldu, yoruldukça aklındaki herşey birbirine karıştı, zaman yavaşladı, oda biraz daha karardı ve gözleri kapandı.

11 Ekim 2012 Perşembe

Sevmek meselesi


        Bir türlü içime sinmeyen zamanlardayım  çocukluğumdan beri bu zamanlar hep bir durgunluk halidir sürer.  Nasıl yazasım yok anlatamam ama söylemek istediklerim var, keşke burada olsanız da anlatsam yazmak yerine. Madem hepinizle aynı anda sohbet etme imkanım yok, baş ağrımı masanın üzerine bırakıp başlıyorum oradan buradan konuşmaya. Velhasıl çok tutarlı konuşmayabilirim çocukken en sevdiği oyunun saklambaç olup bir  türlü cüssesi müsaade etmediği için saklanamayan birinden tutarlılık beklemezsiniz sanırım zaten. Ki hala severim saklambacı bu sefer de maçam yemez.

23 Eylül 2012 Pazar

Mütemadi Lakırdılar 6


       Havanın birden nasıl bu kadar soğuduğuna anlam veremezsiniz, nasıl bu kadar sert estiğini rüzgarın birden. Yaktığınız sigaranın yarısını sizin, diğer yarısını esen rüzgarın içmesine sadece sigaranın ömrü kadar lanet edersiniz. Hatta biraz daha dikkatli dinlerseniz o rüzgarın çok uzaklardan sesleri kulağınıza dokundurarak devam ettiğini bile farkedebilirsiniz. Çünkü farklıdır yaşlı bir ağacın sesiyle yeni bir dalın sesi, sokak kedileri ya da çocukların ayak sesleri, dinlerseniz anlarsınız. Bunların hepsine eğer sigara içmek için kedisi bol bir sokakta, apartmanın önünde, bir sonbahar günü oturursanız şahit olursunuz.

11 Eylül 2012 Salı

No Pasaran !

* Baştan uyarayım içimi dökmek istedim ama pek becerebildiğimi düşünmüyorum o nedenle sıkılabilirsiniz

       Her insanın kendine ait sessizlikleri vardır, kötü günler için sakladığı. Olur da cevap veremeyeceği bir soruya denk gelme korkusuyla ya da hüznün kol gezdiği diyarlarda çıt çıkarmama dikkatiyle. Gecenin bir yarısı kendini sokağa atmana sebep olacak sessizlikleri vardır insanın, ne yapacağını yine sessizce düşünmesini sağlayan. Kaç şehirde sokak lambaları aynı zamanda sığınak olarak kullanılır bilmiyorum ama benim şehrimde her sokak lambasının altında bir sessizlik ve muhtemelen aynı dudaktan çıkma birkaç izmarit gömülüdür.  Ki insan başı olan herşeyin illaki nihayete ulaşmayacağını büyüdükçe anlıyor, işte o zaman " olsun " demek bi hayli ağır geliyor.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Bisiklet Mafyası

        Ramazan ve bayramı günleri tersten yaşayarak geçiren bu şahıstan hepinize selamlar blog ahalisi, günleri tersten yaşayınca insan yazı yazacak enerji de kalmıyor haliyle. Bu nedenden dolayıdır ki blogumuz bu ara sessizdi bundan sonra eski haline döner diye umuyorum. - Konuya bir türlü giremeyen yazar işkencesi yaşıyorum şu anda - . Hazır lafı geçmişken okuyucu, blog olarak geçmiş bayramını kutluyor, geçmiş bayramlarından öpüyoruz. Çünkü nerde o eski bayramlar azizim ! Bu sene hiçbir velet kapıyı vurmadı mesela, elimde şekerle ne kadar da heyecanlı bekliyordum oysa. Çocuklar gelecek, kapıyı vuracak hepsine şeker dağıtıp içlerinden en asosyal olana diğerlerinden fazla verirdim her sene ama bu sene ne gelen var ne giden !

13 Temmuz 2012 Cuma

Acemi faninin edebi anları

temmuzu üstüme almış düşünüyorum,
yağmur kopsa sağır kalabilir aklım,
düşünüyorum güneş düşecek elbet
gölgeler masala karışacak
sıyrılarak sokaklardan,
uyuyacak koca adamlar, biz daha da güzelleşeceğiz,
bahçeler çocuklara, çatılar martılara
rüzgar ağaçlara kalacak,
düşünüyorum gözlerim aktı akacak..


vazgeçmemişken daha
göğe bakardık, ayın aydınlık yüzü kadar
parlak yüzün,
bulutlardan Zülkarneyn inerdi,
bir ortancanın metabolizmasında
seni seviyorum diyebilmeyi düşlemiştik
ve vagon dolusu güvercinler,
ki bilirdik ayaklarımızın altına
yanlış gömülmüş bir hüzün,
buza kesince nefesimiz eve dönmek için gereken
deha..


düşünüyorum, kaldırımlar boyunca
herkes kemiklerimden ladese yelteniyor,
yolu hayvanat bahçesine düşen
kedi gibi düşünüyorum Rabbim
faniyim ve bu bana ağır geliyor...

5 Temmuz 2012 Perşembe

Son

...Herşeyin bir sonu olduğu duygusuna insan en çok o sona yaklaştığında teslim oluyor ve o duygu bedenine öyle bir sarılıyor ki  debelenmenin nafile olduğuna hiç debelenmeyi denemeden ikna oluyor insan. Yaptığın hataların kusursuz pişmanlığı, yaşadıklarının ihtişamlı yorgunluğu ve dudak kenarından dökülen bir sürü yalan işte tam o an sözleşmiş gibi kaburgalarınla midenin arasındaki kurtarılmış bölgeye oturuyor. Yani şimdiki gibi, bu katlarının sayısını bilmediğim hastanenin insan gözüyle görünmeyen karanlığında, ameliyat gömleğiyle uzandığım yatağında sonu saç diplerimde, kasıklarımda, omur iliğimde hissediyordum. Balkon kapısının açık kaldığını perdenin havayla dolup boşalmasından farkettim. Bembeyaz perde dalgalandıkça dışardaki ışıklar yatağıma vuruyor fakat perde bütün ışıkları kendi beyazlığında eritip odayı daha fazla karanlığa gömüyordu. Yatağımdan doğrulup açık kapıya yürürken rüzgar parmaklarımın arasında dans ederek, bileklerime dolanarak boynuma kadar çıktı. Kaçınılmaz bir son gibi bütün vücudumun karşı çıkmasına rağmen balkondayım artık. Gözlerim kocaman gökdelenlerin ışıklarına asılmış, çok yüksek bir katın balkonunda mükemmel sessizliği dinliyorumdum.

29 Haziran 2012 Cuma

Waffles or Pancakes

     Bu sabah uyandığınızda kaçınız güzel bir şarkıyla gözünü açma şansına eriştiniz bilmiyorum ama emin olun çok keyifli. Şu lanet sıcağa karşı serinleten şarkılar da var - hepiniz biliyorsunuz zaten bu şarkıyı, yazının sonuna koyacağım - Aman sıcaklar aldı başını yürüyor, beynim buharlaşa buharlaşa leblebi kadar kaldı, gölgede 1500 derece, aman Yarabbii ! tatavası bi kenara, serinleten şarkılar olduğu kadar bu sıcakta iyice bunaltan insanlar da var. Hani bilirsiniz kızgın çöllerden serin sulara atlar gibi atlayıp kafa göz dalasınız gelir de medeniyet denen illetten çekinirsin babandan çekinir gibi ! Bu  nev-i şahsına münhasır arkadaşların ortak özelliği konuşmalarıdır, sürekli konuşurlar herşeyden, bıkmadan usanmadan, Ronaldo'nun şutundan tutun kornişlerin nasıl takılacağına kadar. Tipik tepkidir işte onlar konuştukça sen uzaklaşırsın, giderek olduğun masadan astral seyahat yoluyla ruhunu tatile gönderir, bedenini otomatik pilota alıp sürekli kafa sallamasını sağlarsın. Hadi gevezeliği bir karakter özelliği sayalım da özentiliği ne yapacağız.

24 Haziran 2012 Pazar

saçlarını toplama çünkü

Bir gece kadar uzaksın
ve biz birbirimize ayılıyoruz
çocuklar bonibon şekerleriyle muhattab,
güneşe düşeş geliyor hep tokatlarımız
yakıyor  avuçlarımızı,
camdan sarkan kuşlar mor
kediler rengarenk
ve bulutlar,
birbirimize kanmamalıyız !


boylu boyunca uzanıyorsun uykuya
iliklerimden geçerek
iliklerinden çıkıyor düğmelerin,
sinegoglar patlıyor içimde 
din ve devlet işleri karışıyor,
artık kimse laik değil,
hatta birazdan polisler gelir
seni sevdiğim için tutuklanabilirim
ki bu hiç adil sayılmaz 
seni kim görse sevebilir..


hem kanıtlamaz mı bizi 
kaburgalarmızdan yaptığımız surlarımız,
ama şimdi sen uyu
Rabbim kızmasın,
ben omuriliklerimden papatya falı bakacağım
hem sen hala bir gece kadar uzaksın...

7 Haziran 2012 Perşembe

Süheyla'ya Mektup



    Kimse inandıramaz bana dünyanın sürekli aynı hızda döndüğünü bazılarımız bu kadar çabuk, bazılarımız bu kadar yavaş büyürken. Salıncaklar hiç değişmeyip lunaparklar eskisi gibi kalmazken, kötü haberler hızla yayılıp iyi haberler hala telgraf yolunu denemeye çalışırken. Hatta bazen hiç dönmüyordur, nasıl olsa anlamıyoruz diye dinleniyordur mesela. Süheyla ne bileyim belki melankolim azdı, haplarımı kedilere dağıttım darlanıp. Belki de sadece karnım acıktı, hatırlatayım açken huysuz olurum. 

26 Mayıs 2012 Cumartesi

eau de iett

Şiddetle kalktı koltuktan " Yalan söylüyorsun ! " Daha ne dediğini idrak edemeden çantasını kapıp fırladı, " dur ne yalanı, ne diyorsun sen ? " . " Yalan söylüyorsun işte " sesindeki şiddet giderek azalırken çaresizlik yükseliyordu. " Daha birşey söylemedim ki yalan olsun, gerçekten anlamıyorum neden böyle yaptığını "

18 Mayıs 2012 Cuma

Anlam kaygısı

        Çok yorulduğum bir dönemi de atlatmış bulunmaktayım an itibariyle, o kadar yorgun bir dönemdi ki bazen takvimin bile sayıları kaldırmakta zorlandığını düşündüm ama geçti nihayet. Huzuru evinde  bulanlardanım ben de, evin uzağında olduğum zaman biraz tuhaf hissediyorum açıkcası, bu asosyallik mi bilmiyorum zaten o tarz falan filanlara çok takılmam paşa gönlümün emirlerine tabiiyim daima.Tek sorun şu anda evin etrafında yapılmakta olan iki inşaat, o gürültü nasıl bir gürültüdür, gökten hazır ev düşse bu kadar ses çıkarmaz. Eğer seninde evinin etrafında iki inşaat ve pencere ve perdeleri kapalı bir ev arsa o benim komşu, merhaba.

3 Mayıs 2012 Perşembe

Sondan Bir Sonraki An

Şöyle ki uyku tutmayan bir gecenin henüz aydınlanmamış sabahında kendinizi hiç tanımadığınız birinin yanında bulduğunuzu düşünün.Yolda.Hiç tanımadığınız biriyle böylesine uzun bir yolculuğa çıkmak oradan bakıldığında delilik gibi gelebilir.Gerçekten tanımıyorsunuz,konuşmamışsınız bile.Oysa ki tanımak dediğimiz şey, günün güvenli bir saatinde ve olağan bir şekilde gerçekleşiyorsa bu delilik bile değil.Ne de olsa tanıdığımız insanlar bizi hayal kırıklığına uğratmazlar ?
Buna benzer bir sabahta nereye yürüdüğümüzü bilmeden sadece yürüyorduk.Toprak taşlı yollar henüz insanların buralara pek ulaşmadığının göstergesiydi ve bu , gezegenin yalnızca bize ait olduğu hissini veriyordu.Sağımız yamaç,solumuz uçurumun ardından yükselen kocaman bir dağ ve zar zor görebildiğimiz güneş.Konuşulmadan yürünen bir kaç saniyede düşüncelerimizi bile duyuyoruz bu sessizlikte kurbağa sesleri bölmedikçe.Bağırışlarımızı ise pek duyan olduğunu sanmıyoruz.Savrulan bir şişenin içinde olsak  ya da üzerimize bir roket gelse 
nasıl rol yapılır,yapamıyoruz.Bizden oyuncu olmaz sanki.
Badem ağacının çağlası çok lezzetliymiş ama siz siz olun çekirdeğini yemeyin.Eşek arılarından hala ölesiye korkuyorum.Cedric 13 değil 8 yaşındaymış.Uykusuz olunca yüz kaslarını kontrol etmek epey zormuş zira sol yanak yukarda asılı bile kalıyormuş ve  el yardımıyla ancak düzeltilebiliyormuş.Bunların hepsini bir kenara bırakırsak,insanlar  birbirini en iyi yolculuklarda tanıyormuş.Kendini,en iyi bir yolculuk sırasında hatırlıyomuş.Ve hala merak ediyoruz o yol nereye gider sondan bir sonraki  anda.

2 Mayıs 2012 Çarşamba

Bu ara nasılım

         24 saatin yetmediği günlerdeyim, bir de nasıl yorgunum anlatamam. Günün bütün saatlerine sahipken çok dolu yaşıyormuşum gibi bir de kendime hiç zaman ayıramıyorum ağlaklığı yapıyorum herkese. Oysa ben hiçbir şey yapmadan saatlerce oturabilirim, sabit bir yere bakıp sadece sigara içerek zaman geçirebilirim. Bazen sakal bırakıp bazen kesebilirim, hatta bazen kızların beni beğendiğini bile düşünebilirim. İnsanım neticesinde kanımda ahmaklık ve küstahlık dolaşıyor, en özgürümüz prangaları en çok çürüyen oluyor. Hayat saçma bir düzenek halinde devam ediyor ya işte o bana koyuyor cidden, yani tuhaf gelmiyor mu size bugün ninnilerle karşılanan bir bebek birkaç 10 sene sonra ağıtlarla toprağa gömülecek. Ölümlü olmak çok tuhaf ama güzel yanları da yok değil, en azından her insan kısıtlı zaman sahibi olduğu için kötülük yapma süresi de kısıtlı oluyor. Bir de insan olmanın giderek zorlaştığı bir devirde yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Ne bileyim kedi olsak mesela hepimiz, mahallenin kasaplarıyla iyi geçinsek yeterdi ya da kuş olsak takla atabildiğimiz sürece illaki bize bakacak birilerini bulabilirdik. İnsan olunca biraz tuhaflaşıyor amuda kalksan bile kimsenin umrunda olmuyor. Sonuç olarak çok yorgunum okuyucu, Allah seni inandırsın kendime hiç zaman ayıramıyorum. 


Selametle..

22 Nisan 2012 Pazar

Baştan Alıyoruz

 ''Hayat; kendi kendine söylediğin yalanlarla oyalanma sanatıdır.'' demişti tek kişilik tiyatro oyunundaki kahramanımız geçtiğimiz günlerde.Bu cümle bir kenara dursun,son zamanlarda abartılı bir tabirle günümün yarısı uyuyarak,diğer yarısı ise artık değişmem gerektiği konusunda kendimle verdiğim savaş ile geçiyor. İşte bu savaş anında kendime çullanıyor ve bir akrep gibi kendi kendimi sokuyorum ya da kendimi öldürür gibi yapıyorum.Boğazıma sarılıp düşmanımla yatağımın üstünde boğuştuktan sonra sırtüstü boşluğa düşmemizle düşman pes ediyor ve  kendimle bir antlaşma imzalayıp yeni kararlar alıyorum.Planlar,kararlar,olaylar...
-Şunu yapcam,buraya gidicem, onu sevicem.
-Bunu öğrencem,oradan gelicem,şunu yazcam.
Ama öncesinde telefonumun alarmını kurup erkenden uyanmalıyım.Değişimin başlangıç noktasını belirledikten sonra uyku haline geçiş hiç de zor olmuyor benim için.Sonrasında sabahın ilk ışıklarında alarm sesi parçalıyor beynimi  ve ben olanca hızımla alarmı kapatmaya yeltenirken aklıma tek bir soru geliyor:Neden? 

Herhangi bir gecede yaklaşık yarım saat boyunca aldığım kararları yıkmam 5 saniye sürerken tek bir soru: Neden?
O anda kahkaha sesleri kuş cıvıltılarını bastırıyor ve Dostoyevski her zamanki küstahlığıyla şu sözleri fısıldıyor kulağıma:''Durumunuzun umarsızlığını, başka bir adam olamayacağınızı, değişmek için zamanınız, inancınız bulunsa bile değişmeyi kendiniz de istemeyeceğinizi anlamanın tadına doyum olur mu?
Bildiğiniz sahneler üzerine işaret parmağımı Dostoyevski'nin dudaklarına götürüp -Taaaamam sus şıp şıp şıp diyip uykuma kaldığım yerden devam ediyorum.
Şimdi baştan alıyoruz;
-Şunu çizcem,bunu dinlicem,onu tan..




15 Nisan 2012 Pazar

sen zamanla ilgili mühim bir şeyler biliyordun ve

dünya aşktan dönmüyordu,
cehremizde tozlu bir tebessümle öpüşmüştük,
hızlandırılmış yeni zaman ninnileri
karıştırıp patlatıyordu gözlerimi,
gözlerin ; toz silen sünger
ki hala istasyonları bekliyordu trenler...

hünerli bir samuray gibi çektin kılıcını
üstelik hafif kalırdı bukefalos
omuzlarımda oturan yükten,
daha adını koymadan savaşın,
daha kurumadan sınır duvarlarımızın sıvası,
hatta henüz dünya yerden beş karış yükselmemişken..

zamanı geldiyse olsundur
vur, dökeyim hörgücümdeki bütün kemikleri,
sıyrılarak dudaklarının bela reçelinden
afili bi bakış fırlatayım gecenin penceresinden,
o vakit
bir şarkı kesinliğinde yağarsa yağmur
çığırtkan bir at kadar ıslaksam,
belki aklımdaki bütün ihtimalleri unuturum,
ne hoş
mevsimle aramda koca bir uçurum...

11 Nisan 2012 Çarşamba

Koş Forrest Koş

Forrest'ın , yazıdan 3 gün sonra gönderdiği fotoğraf
Saat 5 olmuş.Gecenin bu kör saatinde,neredeyse sabah olcakken uyku tutmayaşının tek sebebi bir öküz kadar cesur olamayışım desem bana ne tepki verirdiniz bilmiyorum.Durun baştan anlatayım.Küçük bir çocukken kurban bayramlarında sabah en erken ben ve mahalle arkadaşlarım uyanırdık.Sadistlik olarak algılamayın,sadece küçük çocuk merakı vardı hepimizde.Kesilecek tüm hayvanları teker teker dolaşır,bir çoğuyla duygusal bağ kurar ,sonra da beklenen anı izlerdik sırasıyla.Fakat bir bayram sabahı hepsinden farklı olaylar silsilesi gelişmişti.Arkadaşlarımdan biri,kesilecek hayvanla  duyguysal bağ işini biraz abartmış olcak ki elindeki dondurmadan hayvana da yedirtmişti belki de idam mahkumlarının son isteğini yerine getirircesine.Dondurmayı yiyen Forrest'ın -ona şimdi hepinizin huzurunda Forrest adını koymuş bulunuyorum-dudaklarından şu sözler dökülüvermişti: Toplum sen çılgın bir türsün,yapayalnız değil bensiz olmanı ümit ederim.
Sonrasında  hepimizin şaşkın ve korku dolu bakışları arasında delirip ipini koparmıştı.Çılgınca bir koşu ve özgürlük...Gerçekten bu saatte hayatımda şu anda en çok merak ettiğim şey bu kaçışın sebebiydi.Sanırım Forrest; geçmiş yaşamını da göz önüne alarak,hayatta tadılacak çok şeyin var olduğunu,en azından daha çok dondurma yeme hayaliyle şu anda ölmesinin yanlış olacağını hissetmiş olmalı.