23 Mart 2015 Pazartesi

       Fransa' nın giyotin ile idamı onayladığı tarihten bilmem kaç yüz yıl sonra arabada oturmuş kendi giyotinlerimizi bileyliyorduk. İki kişiydik, kimse candy crush oynamıyordu, kimse konuşmuyordu, kimse iki kişi olduğumuza inanmazdı. Ada bile alay eder gibi seyrekleşmiş ışıklarının göz kırptırarak, nasıl olduğumuzu sormak yerine, nasıl olduğunuz belli ne bekliyorsunuza getiriyordu konuyu. Ve koca sessizliğin içinde, iki şişe biranın çınlaması boğum boğum büyüyerek adaya kadar ulaşınca, rahatlamış gibi biraz daha sessizlik peyda etti ortaya. Eğer iki yakın arkadaş iseniz ve arabada adaya karşı park halindeyseniz, bira çınlaması boks maçı ziliyle aynı işe yarar, tek fark siz havaya yumruk atarsınız. Telefonu teybe bağlayıp " Orhan mı ? " diye sordu. " Hayır . " dedim " Müslüm " .
Adettendir, ilk yudumlar cümle kurulmadan içilir, bizim de zaten pek niyetimiz yoktu. Biranın ilk yudumunun ağızda bıraktığı tuhaf tat mı yüzümüzü ekşitti yoksa başka bir şey mi vardı, anlamaya da niyetimiz yoktu. Sessizliğe ilk ses bombasını Zafer bıraktı.

21 Mart 2015 Cumartesi

1,5

" Böyle bir yerde çay nasıl bir buçuk lira olur ?!  " diye kükredim. Hiç biri cevap veremedi doğal olarak çünkü haklıydım. Önce destek bekler gibi çay bardağına baktım, içindeki yarıya inmiş çaya ukala bir bakış atarak. 

" Mahalle arasındaki çay bahçesinde çay bir buçuk lira ! " biraz daha sakindim, biliyordum ki hepsi benimle aynı fikirde. Yine de teyit etmek için bu sefer çakmağıma döndüm, bütün siyahlığı ile bana hak veriyordu. Daha sonra sigarama ve kül tablasına ve kül tablasının içindeki izmaritlere. İzmaritlerin ezilip büzülmüş hallerindeki sessizliğe,o sessizliğin kül tablasından santim santim yürüyüp önce çay bahçesini ve giderek mahalleyi, semti, şehri ele geçirmesine. Bu koca şehri sahiplenen koca sessizliğin kendinde taşıdığı uğultuya, o uğultunun şehrin üzerinde yükselerek bulutlarla beraber yağmur olma hevesine, yağmur yağdığında, belki ruhları temizlensin diyedir, ağızlarını göğe çevirip koşan çocukların neşesine. O neşelerin içindeki dişe denk gelen taş gibi, babalarından kalma öğütlere, öğütlerdeki sahiplenmek gibi değil de ürkek ceylanların dere yataklarında aynayı andıran sulardan içerken kendini görünce ürkmesine benzeyen sahiplenmeye, sahiplenmenin damarlarında akan sevmeklere. Sevmeklerin mayın tarlası olan korkulara, korkuların getirdiği o beton, yerinden oynatılamaz ve kalın karanlığa. Oyunbaz, sinsi ve acımaz bir çift elin getirip bütün şehrin üstünü örttüğü, her şeyi gözlerin önünden kaybeden ya da birbirine benzeten karanlığa, karanlıkla beraber her yere bulaşarak, vıcık vıcık, dalga dalga ve ağır ağır gelen başka bir sessizliğe. Sessizliğin genişlettiği ve genişleyince hiç bir yere sığmayan, sığmayınca da geçmek niyetinde olmayan zamana bakıp öylece kalıyordum.

       Heh ne diyordum " Böyle bir yerde çay nasıl bir buçuk lira olur ?! " Masadaki her şey, çay bardağı, çakmak, sigara, kül tablası bana hak veriyordu.