20 Aralık 2013 Cuma

Fotoğraflı Mesaj


15 Aralık 2013 Pazar

Aşka dair monolog

-Kendine gel ve elinde ne varsa yere bırak. Göğe bak, aslında giden sadece bulutlar, kimsenin bir yere gittiği yok. Çok zor biliyorum, kendimi sana inandırmak adına bir sürü yalan söylemeliyim. Beni mecbur bırakma çünkü mecburiyet seçimlerin bittiği ana denk düşen karanlıktır. Karanlıktan korktuğumdan değil, karanlığa çok alışığım aslında, karanlık içinde bir sürü yüz gördüm, bir sürü yüzde karanlık. Misal aşkın kaç yüzü varsa hepsi orada fakat hakkını yemeyeyim en son gördüğüm yüzü karanlık değildi. Aksine beyazdı, gözleri vardı kocaman, dudakları yeni şiir söylemiş gibi sesine o kadar yakışmış, saçları hangi okyanusun dalgası kim bilir, benim bilmediğim kesin. Görmeni isterdim çünkü ben de bir daha görebilir miyim bilmiyorum. Çünkü aşk hiçbir şey vaat edemeyeceğin zamanda, sen tam kılıcını çekmiş samuray onuruyla dururken tüfeği bulmuş batılılar gibi dikilir karşına. Vurduğu yerde dil biter, konuşmak toprağa atılan naylon torba gibi bin yılda ancak yerini bulur. Sonsuzdan başlayan geri sayım kadar meczup ama umutlu, mutlak mağlubiyete karşı gerilen göğsün çarpıntısı, en hunharca esir alınma şekli, sebepsiz yere yağmur yağması. Ah aşk, en kederli anda gülümserken fotoğrafının çekilmesi. Kimseye inandırmazsınız...

15 Eylül 2013 Pazar

Süheyla' ya 2. Mektup

Süheyla ağlayalım mı ?

     Bak, herkes bir sırrımı biliyormuş gibi yalnız ve çıplak bırakıyor beni. Göğsümde yüz binlerce ejderha çarpışıyor, ciğerlerime su yetiştiremiyorum. Mutlak olan can yakar, dünyanın fütursuz cesaretine karşı afaki ninniler söylüyorum. Süheyla ezelden beri çok yorgunum artık, her sokak başında kaybettiklerimi arıyorum.


     Kırılacak ne varsa tuz buz oldu, hayatın sillesiyle rütbe atladık. Oturup ağlamamak mı  delikanlılık çünkü İstanbul bir türlü deniz olmuyor anlıyor musun ? Ben anlamıyorum, nasıl oluyor da bedenimin tam ortasında yirmi küsur senedir pasif olan yanardağ birden patlayıveriyor üstelik iç organlarımın hiç birini eritmiyor. Aşk omurgasız bir canlıdır Süheyla her seferinde bizim körlüğümüze denk gelen. Dünya aşkla döner, eyvallah, bence de. Peki neden sevdiklerimiz gidince dünya durmaz, dönmeye devam eder ? Bu dünya kime aşık Süheyla sana mı ? Söyleme kaldıramam, zaten kendimi zor kaldırıyorum yataktan,yastığımın içinde kaç imparatorluk tarafından esir alınıyorum da akli dengemin tel cambazı haline şaşarsın, yel eser, tel titrer, elimde iki ucu oklu değnek bir sağıma batar bir soluma. Yastığım diyorum, yaptığı düpedüz ibneliktir, olmaz olsundur. 


     Ah saçmalıyorum çok belli, çünkü kafa karışıklığı insanın en sık karşılaştığı rahatsızlık belirtisi. Aslında korkmuyorum olandan , gelecekten daha çok. Aslında özlüyorum da serde delikanlılık var. Aslında bir bisikletim vardı benim küçükken, on sekiz vites, gece mavisi, çok afilli. Ayağım yetişmezdi koltuğa oturunca, çok üzülürdüm çok süt içerdim uzamak için. İşte şimdi yine ayağım pedala yetişmiyor ki çevireyim dünyayı, çok üzülüyorum, çok sigara içiyorum bi boka fayda etmiyor. Biliyorum içinde saatli bomba taşıyorsan koluna saat takmanın manası yok. Saatler de zaten pek dürüst davranmıyor. Bak gece yine üstümüze çekiliyor, ben huysuz çocuk debelene debelene üstümden atıyorum da gece yine anne gibi üstümü örtüyor. Bazen diyorum bazen ama çok nadir, tutayım saçından - ama senin değil hayatın - çekeyim kendime, yapışayım dudaklarına - ama senin değil hayatın - kanatana kadar öpeyim. Tutayım diyorum da ellerimin yerini hiç bir şey tutmuyor, savaşmadığımdan değil savaşamadığımdan sevişeyim diyorum, hayat beni tomalarla komalara uğurluyor. Bu serbest düşüşün sonu serbest sekiş olur da kendimi nerelerde bulamam diye korkuyorum. Bana bilmediğim bir dilde hikaye anlatmışlar halbuki hep, sokaklarda çıplak ayak koşmak çok zormuş, sokaklar kirliymiş, bir varmış, bir yokmuş..


Her neyse ne diyordum Süheyla Ağlayalım mı ? 



Delirmek üzere ...

10 Eylül 2013 Salı

Adaptasyon

Varoluş meselesini windowstan gelen kaçak Xp uyarılarıyla kontrol eden insanmışım meğer ben.Uzun süredir bu uyarıyı da görmeyince düştüğüm dehşet beni günler, aylar sonra buraya attı.
60 yaşlarındaki bir mimarı ;bilgisayarda ölçü almak yerine,elinde metreyle şantiyede dolaştığını gördüğümde şöyle söylemiştim içimden:Yeniliklere neden kapatırız kendimizi?

(Stv belgesel kuşağındaki esrarengiz sesle )
''Muhteşem tabiatın insanoğluna sunduğu en ilkel davranış:Adaptasyon''
Mağara adamlarının akşam çaylarında kurabiye yerine taş ikram ettiği günden bu güne hiçbir şey değişmedi aslında.

-Okulun veya işin ilk günü insanlar tanı ve yenilerini tanımanın zorluğunda ikisine de katlan.
-Sevgiliye yazılmış 'hay sıçayım biz bunları eskiden başka sevgiliyle konuşmuştuk,sen al şu eski konuşmalardaki özneleri değiştir.
-Yıllarca Kadıköy'den Taksim'e Karaköy'den değil de Beşiktaş'tan git.
-Bildiğin tüm programların en eski sürümlerini kullan.Görünümün ve kullanımın değiştiği gün unutma öleceğiz.
-Bakkaldan hep aynı peyniri al.
-Sürekli aynı yönetmen veya oyuncuların filmlerini izle.
-Hep aynı ülke,şehir,mahalle ve evde yaşa.
-Hayatını tamamiyle yaşanmicak düzeye getirene kadar tüm yeniliklere ve öğrenimlere kapat kendini.
Alışkanlığa daha yakın gibi görünse de ,içgüdüsel olarak adapte olamama korkusu daha etkin sanırım.Tembellik ya da bıkkınlık da olabilir.Bilemiyorum.
Ve bunlara benzer karın ağrıları.

*Buraya yazmayışımın ana sebebi de arayüzün değişmesidir belki.
**Kavram karmaşası yaşamış olabilirim,affola.Kelime kurmak hiç kolay olmadı zira bunca zaman sonra.





19 Haziran 2013 Çarşamba


Belki sen de biliyorsundur nereden bilecekler
Babamı bekliyorumdur belki milyonlarca parkın içinde
ışık vardır, ıslık vardır, barikatlar cabası
hayırlı bir iş için düğümlüyoruzdur damarlarımızı ikimiz de
belki de..

Varlığımı kanıtlamaktan dönüyorumdur
terk edilmiş tren istasyonundan
belki kuş bekliyorumdur ha kondu ha kaçacak
nereden bilecekler
raylara isyan basıyorumdur
ben düşününce sen de var oluyorsundur belki de,
sokaklar soluyordur hatta
en geçerli manifestodur hayat
özgürce öpüşebilmemizin ikramı tazyikli yağmursa
sırılsıklam aşık olalım bırak..

bak işte 
sen geçmişten acılar derlemişsin,
benim ciğerlerimde çocuklar var
sökülüp atılacak,
hayırlı bir iş için suçluyuz ikimizde
ve
biliyorum her haziran canım yanacak..


Ellerimizi birbirimiz için gömelim, bırak..

3 Haziran 2013 Pazartesi


Bir şeyler düzelecek, inanıyoruz. Belki de ilk kez bu kadar cesur ve yüksek sesle inandığımız şeyler için haykırıyoruz. Şimdi birlik zamanı, döndüğümüzde dertleşiriz. Selametle..

15 Mayıs 2013 Çarşamba

Herkes kendinden mesuldür dünyası


       Zamanın hızının hızlandığı zamanlardayım ve kocaman " herkes kendinden mesuldür " dünyasının başkentinde. Sokakların mutlak içine kapanıklığı, cehennemi garantileyen cennet yüzlüler, bir sürü insan yorgun, bitkin ama marketten satın alınmş gibi aynı gülümsemeler. Kaldırımlar çoktan kıyamet alametleriyle dolmuş. Kıyameti beklemek adettendir fakat insanın kendi kıyameti öldüğündedir bunu unutmak ise kendine yapılacak en büyük zalimliktir. Nereden duyduğumu hatırlamıyorum " her insan kendi kıyametini kendi içinde bulacak " diye bir söz vardı, tabi bunu duyduğumda çok gençtim, içten gülüp geçebilecek kadar. İnsanın zulmetmeyi de sevmeyi de önce kendine yaparak öğrendiğini anlamayacak kadar, dünyanın daha hızlı dönebileceğine inanacak kadar gençtim.

Bu memlekette isimlerini şimdi hatırlayamasam da her sokağın bir adı var, her sokağın başında kusmak için bir köşe. Bazı insanlar bakışlarıyla kusar, bazıları elleriyle ama mutlaka kusarlar. Çünkü gariptir içinde kendi cehennemini taşıyan insanların elleri soğuktur, alevlerini birbirleriyle yarıştırır.  Duygularını kendi alevleriyle yakarak içindeki külü nefretle dışarı atar. Gariptir, insan nasıl olur da kendi sonunu böylece üstelik farkında olarak hazırlar. Cehennemini tam bedeninin ortasında isteyerek taşır,ruhundan arta kalan boşluğa kaç melek kaç şeytan sığdırır. Kendi ile arasındaki mesafeyi nasıl kendini tanıyamayacak kadar uzatır, başkalarının zulmünü hatta kendi kıyametini dünya masalını dinleyerek görmezden gelir. Ve asıl nasıl korkularından daha korkunç bir yüz ifadesiyle, yalan söyleyerek, korkak olduğunu gizleyerek gülümseyebilir.

Hadi sende durma ! Nefretini kus, kendine yaptığın zalimliği başkalarına ödet ! Kendi dünyana dokundurmadan başkalarının dünyasını tam ortasından becer. Melekleri, şeytanları, olacakları siktir et ! Kaldırımlar senin, gök senin, toprak senin, dünya göz alabildiğine sadece senin. Aslında ne kadar masumdun dünyanın ninnisi kulaklarına fısıldanmadan önce ama şimdi yaşamak için cehennemini körüklemelisin ! Düşünme, burada herkes böyle, burası " herkes kendinden mesuldür " dünyası, hoş geldin...

25 Nisan 2013 Perşembe

Ulusa Serzeniş vol.1


      Yalnızlığımız gerçeği yansıtmıyor. Sır bedenimizin ne tarafında, içimizin mi dışımızın mı yansımasını görüyoruz bilmiyorum. Bildiğim bir şey varsa o da herkesin bir sır sahibi olduğu, ciğerlerine asfalt dökülmüş, kalbinin kıyılarını doldurarak kara haline geriten şeye dön bir bak. Kendin yüzünden, kendi yüzünü göreceksin..

      Bütün derdi kendiyle olan insanları seviyorum ben - ki az insan severim ya da insanı az severim bilmiyorum - Etrafında hiçbir şeye kabahat bulmadan, bütün olanların hesabını kendinden sonrabilen insanları, ben malesef onlardan biri değilim. Olmayı çok isterdim fakat etrafta o kadar sığınacak bahanem var ki kaçıp saklanmak kendime karşı sağlam bi nara atarak " gel lan buraya tipini .. " yüzleşmekten kolay geliyor. Ne yazık, korkunun dibindeki huzura erişecek cesareti bulamamak, üstelik bu kadar sene yaşamışken. Hatta bazen zaman geçsin diye yaşadığını düşünerek yaşamaya çalışmak gibi yapmak gibi bir şeyler düşünüyorum, bir türlü toparlayamıyorum - toparlayabilirsem yakında bir de çok katlı bol aksiyonlu bir hikaye yazmayı düşünüyorum- Kocaman kan bağışı kampanyalarının arasında kan vermeye gidip kanı alınmayan biri gibiyim - hastalık vb durumu olanları tenzih ederim, ilkkez "tenzih" ediyorum çok acemiyim - Yani iyilik yapmak için izin almam gerekiyor, sıradanlaşarak kaybolmayı başarabileceğimi düşünüyordum, sıradanlaştıkça daha çok farkediliyorum. Bu dünya şanssızlara ve normallere göre değil dostum !..

10 Nisan 2013 Çarşamba

Tesadüfi Hakikat


      Bütün kapılar kapanır, geçip geçmediğinizi umursamadan, zamanın erimez iradesiyle kapanır. Biz, kafatasının derisini yelken yapan insanlar burnunun pruvasına doğru yol alırken kapanan kapılardan geçemediğimiz için yönümüzü değiştirir, bu işe de seçim deriz. Seçim tereddütten ibarettir halbuki, tereddüt de hakikatin olmadığı yerdeki yanılsamadan..


4 Nisan 2013 Perşembe

Marty Mcfly çaresizliği

Bazen kendimde Marty Mcfly çaresizliği hissediyorum.Zamanın geçmişinde yapılan bir hamlenin Mcfly ailesini tarihten yavaşça sildiği sahnelerin aksine,benim durumum şu andaki seçimlerimin beni gelecekten silmesine  dayalı sanki...


Ne bileyim,insanların,kurumların çılgınlar gibi vesikalık fotoğraf aldığı şu dönemde;ben vesikalık fotoğraf çektirmemeye direnip; bilgisayardan ya da facebook'tan bulduğum fotoğraflarımın kafasını kesip 1 liraya ozalitçiden çıktı alıyorum.Gökyüzünden arka fon,Umut Sarıkaya deyişiyle 'O kadar yıl Tibet'te kaldım,hala Serdar Ortaç'ın -herşeyin farkındayım,bu durumdan memnun değilim yüz ifadesini' ve her pikselinde İzzet Yıldızhan netliğini hayal edebilirsiniz vesikalık fotoğraflarımda.Hal böyle olunca fotoğrafı çıktı alan ozalitçi abiyle  aramda ister istemez  ifadesi şuna benzer bakışlar silsilesi oluşuyor:

Offff...dedi. Ne oldu? dedim 
Hiiiiiç, dedi.
Herşeyi bırak gel benimle, dedi.
Olur mu? dedim.
Topu topu bi tabak fazla koyarız soframıza, dedi.
Olmaz, dedim. 
Neden? dedi. 
Aynı tabaktan yeriz, dedim. 
Bir daha sevdi... 


Neyse,nasıl buralara geldim hiç hatırlamıyorum.Sadece birkaç kelime yazıp gidecektim,şiirin içine etmek gibi bir amacım ise hiç yoktu. 
Fotoğraftan daha fazla silinmeden;hoşçakalın.

22 Şubat 2013 Cuma

18 Şubat


     Çok yorgundum, ellerim kirli, üstelik yaşımda küçüktü hatta Haydarpaşa garında tek başımaydım. Tren bekliyordum, gören trene meydan okuyorum zannederdi. Ah ulan diyordum ah ulan, sizin sevgililer gününüz, cart gününüz curt gününüz varsa benimde koca yalnızlığım var, doğum günüm var. Ben tek, siz hepiniz ! Haydarpaşa garındaydım, tren bekliyordum, sanki tek bekleyen benmişim gibi, sanki tren benim istediğim yere gitmekle mesul gibi. Kimse birbirini tanımıyordu ve elimde sadece bir pazartesi günü vardı yakıp ısınabileceğim. Aylardan şubattı üstelik 18. günü..

     Uzun zaman olmuştu dünyada park halindeydim, zaten beni park edenin de hatalı park ettiğini düşünüyordum. Park cezalarından ne camım kalmıştı ne sileceğim. Üstelik bu dünya üzerinde ziyadesiyle göt oğlanı ve bir o kadarda sefil vardı, yani hangi tarafta olursam olayım fazlaydım. Bir banka oturup delirme sıramı beklemekten başka şansım olmadığı kanısındaydım ve hala tren gelmemişti. Herhangi bir banka oturup tren beklermiş gibi yaparak delirmeyi beklediğimi kimseye çaktırmadan beklemek gibi bir şey yapmak istiyordum, bütün bu yaşayanlara ben de yaşıyorum diye bağırmak için, o trene binebilmek için delirmeliydim.

     Çünkü o tren belki de gelmeden birkaç istasyon önce müstakbel sevgilimi indirmiş tanışma şansımızı ihraç fazlası mal gibi sokağa düşürmüştü, belki iş toplantısına giden memur olmak zorunda kalmış bir şairi işine daha çabuk yetiştirmeye çalışıyordu. Hatta belki " bir at, bir ata bütün krallığım " diyebilecek bir  yavşakla aynı trene binmek üzereydim, ihtimaller daha kötüleri üzerinden doğuyordu. Korkuyordum modern insan yapısı bulaşıcı olabilirdi, telaş kalabalık içinde saatli bir bomba - ki saatin kaç olduğunu bilmiyordum- , umursamazlık televizyonlarda çok acıklı bir dizi sahnesi görene kadar geçici körlüğe, geçici körlük geçici şeylere aldanmaya yol açabilirdi. Hatta şu an meteor düşebilir, beklenen kıyamet kopabilir ya da karısından ayrılan bir adam cinnet geçirip hepimizi vurabilirdi.  Gece ikiye bölünebilse birini çalardım, korkuyordum bu kadar aydınlıkta beni farkederler diye. Fakat gece ikiye bölünemez, parçalanamaz, çalınamaz işte sırf bu yüzden bana bir bank gerekiyordu ve trene binebilmek cesareti için birazcık delirmek.  Sonra da banktaki eşkalimi tebeşirle çizerek alt kümelerinde bir daha delirmek. Aylardan şubattı, üstelik 18. günü..

11 Şubat 2013 Pazartesi

Mütemadi Lakırdılar 7


     İki elini de masaya vurup bira bardağını devirmeden önce, haftalardır randevu koparmaya çalıştığım kızı sonunda bir şeyler içmeye ikna etmiş, kızı güldürmek için aklıma gelen türlü saçmalıkları anlatıyor, aklında iyi vakit geçirdiğine dair izler bırakmaya çalışıyordum. " Demek buradasın " diye bağırdı ,bardak devrilmesine rağmen yarattığı şok dalgası masadan kimsenin kalkmasına izin vermiyordu. " Beni beğenmiyorsun ama bu kevaşeyi  hayatına sokacaksın öyle mi ? Peki neden, benden daha mı güzel, çok mu zeki , çok mu iyi sevişiyor, daha mı kıvrımlı bir kalçaya sahip ? Neden ! ". Gözlerinden saçılan karanlık yüzünden kimse birbirini göremiyordu, kör olmuş bir şekilde " ama ben .. " diyebildim.

19 Ocak 2013 Cumartesi

Bananormal Activity

Özür diliyorum.
Uzun yoldan geldim.Tüm yol boyunca verdiğim kararları,yaptığım seçimleri ve obsesif kişiliğimi düşündüm;ikili koltuğa uzanmış,botların içinde sıcaktan pişmiş ayaklarımı cama yapıştırırken.İnsan verdiği her karardan pişmanlık duymamalı.En basitinden şu ayağımdaki 50 kiloluk botları,sırt çantamda taşıdığım senaryosunu düşledim,botların ayak topuğuma yapacağı döndürme etkisini ve beni bir kaplumbağa gibi sırtüstü devirip sonsunza kadar öyle kalacağımı falan.O halde yeni insanlarla tanışma çabalarımı:
-Hey,ben burdayım.!

-Normalde şu her penceresinde farklı perde olan evde yaşıyordum.Yani devrilmeden önce.

Burada,sırtüstü devrilmiş verdiğim kararlarının tamamının takıntılı kişiliğimden kaynakladığını düşünüyordum.Markette alışveriş yaparken çukulataların yüzey alanlarını hesapladığımı,bu alana düşen antep fıstığı sayısının o andaki en önemli seçim sebebim olduğunu.Bir gün, soğutucu dolapların en arkasında saklanmış,en taze ürünleri alırken,akıma kapılıp öleceğimi...
Kendimi tam olarak şu 23 numaraya takıntılar gibi hissediyorum.Benden korktuğunuzu biliyorum.
Tüm anlatılanları unutun,şu sırtüstü devrilen kaplumbağa hikayesini falan da.Tüy kadar hafif yazlık ayakkalarımı değil de 50 kiloluk botları giymemin fizikle ya da matematikle pek ilgisi yoktu.Sadece İstanbul alabildiğine yağmurluymuş,hava durumunda öyle diyordu en azından.Çoğu zaman verdiğimiz kararların da sebebi basitti.Afrika'da bir kelebeğin kanat çırpması,İstanbul'da fırtınaya neden olabilirdi mesela.
Özür diliyorum.Tüm yol boyunca 42 numara botlarımın tabanını izlettiğim ineklerden.Ve özür diliyorum -bu yazıyı okumaktan yapacak daha iyi  milyon tane seçenek varken-size bunu okutuğum için...

15 Ocak 2013 Salı

Üst Yazılı Filmler-1

Benim filmlerim daha güzeldir,seninkiler güzel midir derken şöyle bir oyuna giriştik arkadaşımla.Oyunun kuralları basitti.5 'er film seçtik birbirimiz için ve oturup birlikte izledik.Film bitince de film hakkında tek kelime konuşmadan,hissettiklerimizi,düşüncelerimizi ve filme verdiğimiz puanı bir kağıda yazıp bir kutuya attık.En önemli kural da tüm filmler bitmeden kağıtları açıp okumamaktı.Filmlere verdiğimiz puanları bilmemek,daha adil puanlama yapmamız için önemliydi.Tüm filmler bitene kadar yorumları okuyamamak zor olsa da ,yorumları okurken ve filmler hakkında konuşurken epey eğlendik biz.

Bloğu açtığımızdan beri film tanıtım yazıları yazmak istiyodum ama bu iş pek de bana göre değil.Sonuç olarak izlemek için yeni filmler arıyorsanız yazının devamı hoşunuza gidebilir: