2 Mart 2011 Çarşamba

İstasyon İnsanları

   
    Eğer İstanbul'da yaşıyorsanız bilirsiniz karanlık bigüne uyanmak ne demek. Bulutlar güneşin yüzünü örter, zaten gri olan İstanbul'un duvağını daha bi grileştirir.Yağmur makara yapar, ha yağdı ha yağacak, sonra bünyenizde ona uyar. Bedeniniz kendini dışarı at der ruhunuz manyakmısın ne işin var bu havada. Neyse konu İstanbul'un insandaki psikolojik etkisi değil. Tren istasyonundaki genç sevgililer esasen olayımız.
   


    Trene daha 10 dakika var, soğuk hava var, yağmur var, bi iki kafayı kırmış kuşun cıvıltısı var ama bişey eksik bu manzarada, biey yok gibi geliyor. Fazla sürmedi gördüm eksik olan şeyi, tabiki bu romantik ortam durağın altında tren bekleyen bi genç çiftle nirvanaya ulaştı. Yağmurdan kaçıp durağın altına girdim bi köşede bendeniz bir köşede tatlı çiftimiz, dinlemek gibi bi alışkanlığım yoktur hatta bazen karşımdakini bile dinlemem ama zibidide öyle bir ses var ki kulağıma tecavüz etti, bende zevk almaya baktım. Neyse efendim aralarındaki mevzu çok derin, çocuk bigün kızın kapısına dayanacakmış ama motorsiklet kaskını kafasına takıp. Ben bunu hayalimde canlandırmaya çalışırken kız annesinin çocuğu gözlerinden tanıyacağını idda edince efsane soru geldi " neden ki nasıl tanıyacan benim gözlerimde sıradan göz, ne özelliği varki ? ". İşte bu soru ve türevleri ilişkilerde erkek tarafından sorulabilecek en efemine sorudur ki lise yıllarında benimde aynı boku yemişliğim vardır. Kızların bile bile aşkım beni seviyomusun sorusuyla hiç bi fark yoktur kızların sempatikliği dışında. Herneyse çocuk bana iltifat et diye bas bas bağırırken bu soruyla, kız bana odunsu duruşuna rağmek kıvrak çalımlarıyla Zidane 'ı hatırlatan bi hareketle soruyu geçiştirip konuyu bide mesajlaşmaya getirdi. Annesi yanındayken mesaj atamıyomuş klasik sendrom yani ama bizim kendini "Romeo zanneden Einstein ya da kendini Einstein zanneden Yalovalı" genç kardeşim hemen konuyu kavrayıp " ya zaten çok mesaj atmayalım birbirimize zor durumda kalırsın ben senin için söylüyorum yoksa ben erkeğim annemin babamın yanında rahat rahat mesaj yazarım" diyince gidip alnından öpesim geldi, süper yakalamıştı noktayı genç ve hemen kapakladı konuyu kızın üstüne artık mesaj mesuliyeti yoktu çünkü itiraf edemesede hiçbi erkek uyanıp tekrar uyuyana kadar mesajlaşmayı sevmez, sevmez ne kelime nefret eden bile olur aramızda. Tren saati yaklaştıkça istasyon kalabalıklaştı, araya başka sesler karıştı. İş yerini sevgilisine şikayet edenler, sevgilisini kankasına şikayet edenler, kankasını başka bi kankasına şikayet edenler vs. Bir ara tekrar duydum bizimkilerin sesini bu sefer çocuk seyrek sakallarından bahsediyordu kıza, yanlış duydum sanırım diye düşündüm ama bildiğin çocuk sakallarının kombinasyonunu !  anlatıyordu kıza ordanda nasıl yapıyorsa zaman diyor çocuk " zaman, eksik ya da yanlış olan şeyin mutlaka ortaya çıkmasıdır"  hayatı sindirmiş bi özgüvenle daha doğrusu o yaşlarda öyle hissetmenin aldatmacasıyla...

    Tren geliyor, Benjamin'in bi bölümünde akula şutunu öğrenmeden önce trenin içindeki yolcuları görmesi gerekiyordu hocası öyle demişti. O yaştan beri aynı şeyi yapmaya çalışan ben gayri ihtiyarı yineliyorum alışkanlığımı. Kapılar açılıyor, çiftimizle ayrı vagonlara biniyorum. Cebimden mp3 çalarımı çıkarıp şarkıyı buluyorum, ne kadar tuhaf ayrı hayatlar kesişiyor bi şekilde 10 dakikalığına onlar gibi oluyorum. Daha var onların benim gibi olmasına, bu saçma sorular kafama takılmadan önce bende tam olarak onlar gibiydim. Dudağıma tebessümü, kulağıma kulaklığı takıyorum, bu şarkı onlar için gelsin " istasyon insanları"...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder