20 Ocak 2012 Cuma

Ağustos ayında palto

Gülce'ye, evet !


        "Çok çabuk unutuyoruz yeminlerimizi, ama yemin etmeyi hiç unutmuyoruz diye bi cümle okumuştum bi kitapta. Sözün bi anlamı yok zaten benim bi kitap okumuş olmam önemli bu cümlede" dedi Sami. Yürüyorduk, ipini koparmış gömlek düğmesi gibi, sabit olmayan bir hızla, yokuş aşağı. Kör gözlerin İstanbul masalına takılmamış bi ara sokakta yürüyorduk. Basbayağı ispatıydı bu sokak koca şehire haksızlık yapıldığının. İstanbul burdan bakınca komşularının sevdiği gel gör ki ailesinin dışladığı yeni gelin gibi duruyordu, üzülüyordu ya da burdan öyle geliyordu. Yine de biz mutlak sıfatlar asıyorduk pencerenden pencereye uzanan çamaşır iplerine. Sokakta sigara içen dedeler, kapı önünde oturan nineler, kediler, top oynayan çocuklar hepimiz sokakta olmanın keskin hakimiyetinde, sokaktaydık işte...



        Çocukluğumdan kesit düştü önüme, top yuvarlanır sokaktan geçen abilerin önüne gelir, abi topu atar mısınlar, bana at abiler. Çocukları görünce bakıştık Samiyle, o sadece bir bakışma değil sanki bir kura çekimiydi ve bana Kudüs çocukları düştü. Onlar sokakta top oynamayı çoktan bırakmış olmalıydı, topla tüfekle kuşatma oyunları oynarken abileri. Ezilen halklar, süzülen benizler, çocuklar ve illaki içimde parça tesirli bir bomba patladı patlar. Sami seslendi en olması gereken zamanda, Kudüs anneleri çocuklarını evine çağırdı. Çaya düşmekten dönüyorduk. Gerçi artık çay tek başına bir bahane olmaktan çıkmıştı, karnımız karıncalanıyordu çay diyince. Ben yine iyiydim, karınca incitemeyen ben çayın yanında belini kırdığım sigaralar sebep gibi görünebiliyordu bazen. Olsundu, çay candı, çünkü nescafe şen şakraklığından nasibini helal etmiş, demimize bakmayı tercih etmiştik. " Bu ne surat, Yusufunu kuyularda mı bıraktık ". Suretim çarşamba pazarı, içimden sorular geçiyor, nasılki bu şehrin göbeğini yardılar metroyla. Kafeinsiz mürettebata son çağrı Nuh'un gemisine bekleniyorsunuz, fırtına palazlanıyor göğsüm otobüsler kadar sıkışık, şükür ki emperyalizmin vapurları sevecen...


        Vapurdan indik ama içimiz hala denizin ortasında, insan koşuşturmasından usanmış gibi yavaşlattı ruhlarımız bizi, Sami döndü vapuru süzdü dostla vedalaşır gibi belli onun da kafasına filler egemen. Daha çok yolumuz yoktu ama var gibi davranmak ikimizinde hoşuna gidiyordu, zamanın soylu iki yüzlülüğü bize kestirmeleri işaret ederken. Zaten burasıda Müjgan'ın gözleri dört defa lacivert sokak olmalıydı, kaldırımlar ince bi sızıyla tutturulmuş yere. Gözleri hakaten dört defa lacivert miydi yoksa herkes kendi Müjgan'ında denizi seyredebilir miydi ? Biz ki köşeye sıkışmış fast food tiryakileri, nası görecektik o laciverti ? Herneyse, ah Müjgan ah, yapılır mı be bu Sadri abiye. Vedalaşmak için sokak sonunu bekledik, eyvallahlar inşallahlar ve arkadaşları birbirine bağlayan bütün bağlaçlarla vedalaşıldı. Zıt yollara yürüdük, herkes aklındaki kendi sorularıyla. Tuhaf hayaller yokuşunu çıkıyordum ama hala erdiremiyordum nasıl olur da bana arabada iyiliği öğütleyen adam arabasının camını silen peçeteci çocukları azarlar cam çiziliyor diye. Tek tük sokak lambaları sırf ayıp olmasın diye yanar bu sokakta, kafamın bittiği yerde Ağustos ' un mührü bir sürü yıldız. Üzerimde mutlak galibiyet muharebesinden evine dönen yeniçeri fiyakası, ayaklarım yere pek sağlam basmıyordu. Kendi kendime konuştum yolu ortalayana kadar, savaşı anlattım, galibiyetin ne olduğunu. Kendi kendine konuşan deli değildir, "bir insanı tanımak istiyorsanız onu konuşturun, zira insan dilinin altında gizlidir" der Hz. Ali. Kaç kişi kaldı kendi kendisiyle konuşan, kendine yalan söylemeyen..


        Nihayet yokuş bitti ki bu ne hüzünlü bir nihayettir, ardımızda kalanları görmek için ensemizde gözümüz olmasına hiç gerek yok aslında. Fakat biz yıkıp geçme ehliyiz, yürüdüğümüz sokakları yakıp önümüze geleni tüketmek için büyüdük, büyüyoruz, büyüyeceğiz. Koca koca ışıklar gözümüzü alıyor karşımızdakini net seçemiyoruz. Üstelik gökdelenlerde bu şehrin havasını 3 derece ısıtıyormuş, öyle dedi sakallı bi abi lcd televizyonda. Tvleri lcd alıyoruz 30 metrekare sınırlı hakimiyet bölgemizde bize biraz daha yer açılsın diye. Sokaklar tekin değil nitekim, bu sokaklar konuşurdu bir zaman ama sokakları başkalarına bıraktık. Sokaklara istilacıları saldık, çocukları sokaklardan aldık, kalanları sokak çocuğu sandık, çok tuhaf şeyler yaptık nihayetinde. İnsan sevmeyi çok istiyoruz ama elimize ayağımıza bulaştırıyoruz sanki, bir türlü beceremiyoruz. İşte o an göğsümde bi cümle patladı, "sarık peşinde değilim, onun içinde peygamber efendimizin sakalı vardı, şimdiye kadar onu ne tarafa çevirdiysem hep muzaffer oldum" dedi Halid bin Velid savaşın ortasında sarığı düşünce atın üzerinden bir hışımla atlayarak çılgın gibi kalabalığın içine dalıp bir yandan kılıcını savurarak bir yandan da sarığını almaya çalıştığını görüp anlam veremeyenler savaştan sonra ne yaptığını sorunca. Ne kolay sanmıştık halbuki birisini sevmeyi ki biz yüzümüz düşünce bile almak için savaşmayanlardanız. Ağustos gecesini çektim üstüme palto gibi..


        Silahım elimden düştü, o fiyakalı zafer sarhoşu yorgun yeniçeri değildim o başkası olmalıydı. Ben basbayağı aşırı kan kaybından kan grubumu hatırlamayan bi kaçak olabilirdim olsam olsam, üstelik Meksika burdan çok uzak. Kapı önü kedilerine iyi geceler diledim içeri girerken, sokak ve kediler hayli irrasyonel. Tuhaftır içimde hala umut vardı, çünkü hala nescafe yerine çay içen insanlar tanıyordum, hala sokakta yavaş yürüyenler vardı. Üstelik önümüz kış, biliyorum ki annesinin ördüğü atkıyı takan bizdendir...

3 yorum:

  1. Biz yüzümüz düşünce bile almak için savaşmayanlardanız.onca harika cümlenin içinde neden bu cümle aklıma çakıldı bilmiyorum.hiçbir şey tesadüf olamaz.

    YanıtlaSil
  2. o kadar laf kalabalığı arasından can damarını çekip çıkarman da tesadüf olamaz, iyi ki okumuşsun 4 de olsa ;)

    YanıtlaSil