1 Kasım 2011 Salı

Japon kale

Acıyla açtı gözlerini, ağzını çığlık atacak kadar açtı ama sadece kısık bir inleme çıkarabildi sadece. Delirmiş gibi sıkmaya başladı kasılan bacağını, bu ara çok sık oluyordu bu kramp meselesi. Tıp okuyan arkadaşlarından birine sormuştu aslında neden böyle olduğunu fakat arkadaşının alanı olmadığı için detaylı bilgi veremezmiş, bacağına da krampa da arkadaşına da söve söve uyudu tekrar, akreple yelkovan çok saçma bir vakti gösteriyordu.


          Tekrar uyandığında saat biraz daha insaflıydı, telefonuna şöyle bi baktı. Kimsenin aramayacağını biliyordu alışkanlık gereği baktı, normal insanlar bir ayda alışkanlıklarından kurtulabilirdi belki ama o hala telefonunun yeni arkaplanını bile yadırgıyordu. Musluğu açıp çayın suyunu koyarken vazgeçmek istemediği tek alışkanlığın çay olduğunu bi kere daha düşündü, sigarasına attı elini çakmağın sesi evde yankılandı. Ne kadar sessizdi, bir aydır duvarlara çarpıp evi dolaşan anılardan yakalayabildiğiyle avunup, kendi kendine gülüyor, düşünüyor bazen de sadece duruyordu, ne kadar sessizdi herşey. Buzdolabına döndü, kahvaltı yapmayacaktı son bir aydır nerdeyse hiç yapmadığı gibi. Buzdolabının üzerindeki renkli notlar bir ay öncesine kadar heyecanla beklenen karnaval ilanları gibi gelirken gözüne şimdi 20 yıl öncesinin rengini kaybetmiş gazete sayfaları gibi duruyordu. Birden elini dolabın üzerine attı ilk önce " Okula gidiyorum, akşam üstü dönerim" yazılı pembe notu kaptığı gibi kırıştırıp yere attı, " En çok el.." yazılı sarı nota baktı hayli eski bi nottu sonu silinmişti nerdeyse ama ezberindeydi bütün harfleri onu da kırıştırıp attı. Bu adrenalin patlamalarını arada sırada yaşıyordu ama tıp okuyan arkadaşına sormadı bu kez nedenini çünkü bi bok bildiği yok diye düşünüyordu. En son " Gün içinde seni çok özleyeceğim içi atkını taktım boşuna arama " yazılı nota baktı, kıyamadı. Çünkü bu not hem bir zamanlar çok sevdiği birisi olduğunu hem atkısı olduğunu hatırlatıyordu ona ayrıca birisini seviyorum demek için ne kadar sevmesi gerektiğini. Gelen sesle kendi dünyasından normal dünyaya çakıldı, telefona koştu ama çalan kapıydı. Söylene söylene kapıya gitti, kim olduğunu sormaya gerek bile duymadı çünkü bir aydır eve sadece iki kişi geliyordu.

- Gel, içerde çıkar ayakkabılarını, artık serbest.

- Naber kardeşim çay var mı ?

- İyi, var kaynıyor üstüne geldin.

- Ee napıyorsun ? Oğlum bu evin hali ne ya topla biraz ortalığı. Toparlan tipine bak ya kendine gel artık bir ay oldu, ilk terk edilen sen misin kardeşim, tamam bi iki hafta eyvallah ama bi ay oldu ya. Şu üzerindeki hırkayı da çıkar ne ayaksınız lan her depresyona giren hırka giyiniyor.

- Bitti mi ? Al çayın.

- Bitmedi, bugün eski tayfayla buluşuyoruz.

- Kimlerle, eski derken ? Hem banane oğlum ben gelmiyorum.

- Nasıl gelmiyorsun ? Mahalleden elemanlar, çocukluk arkadaşlarımız hani bir zamanlar çocuktuk ya onlar. Lan kuru Halit bile geliyor onu da bulmuşlar, sen de geliyorsun s s kuralına göre. Sana ulaşamamış adamlar yeni numaran yok onlarda.

- Bakarız.

- Bakmayız canım yaparız. Ben şimdi bi okula uğrayacağım ordan eve geçip duş falan alırım sonra gelir seni alırım akşam üstü. Sen de biraz çeki düzen var saça sakala, evden çıktığın yok bi aydır.

Kapıdan çıkarken tekrarladı söylediklerini ve gitti. Eve yine sessizlik çöktü, yine o duvardan bu duvara savrulan anıların arasından kahkahalar, ağlamalar, susmalar yükseldi. Kendini bilmese duvarların konuştuğuna yemin edebilirdi. Aslında belli etmese de evde birilerinin olması hoşuna gidiyordu çünkü o zaman duvarlar, halılar, eşyalar ondan bahsetmiyor sanki daha sonra koz olarak kullanacakmış gibi konuşulanları pür dikkat dinliyordu. Akşama kadar çaydanık, balkon arasında gidip geldi. Bir ara karnı acıkır gibi oldu, canı simit istedi ama o kadar üşendi ki martı olsaydım keşke diye düşündü. Böylece vapurların arkasında istediğim kadar simit yerim, düşünmek için elinde cok az mantıklı şeyi kalmıştı o yüzden martı olmak fena fikir değil gibi geldi. Balkondan aşağı baktı, martı olma çabası kapı sesiyle kesildi. Kapıyı açtı ;

- Hazır mısın ?

- Neye hazır mıyım ? Hiçbir şeye hazır değilim artık.

- Demogoji yapma lan. Dedim ya oğlum sabah gidicez adamlarla buluşucaz diye, hadi hazırlan bekliyorum.

- Tamam, dedi çünkü hazırlanmaktan başka çaresi olmadığını anlaması için çokta zeki olmasına gerek yoktu.

Üstüne apar topar bişeyler yakıştırıp çıktı evden, gerekmedikçe çıkmamanın verdiği rahatsızlığı iliklerine kadar hissetti. Evini geride bırakmak içinde dayanılmaz bir boşluk yarattı, yanından ayırmadığı birşeyi kaybetmiş gibi midesi kalktı. Buluşma yerine vardıklarında geçer diye düşündü ama oturana kadar devam etti. Salaş bir bardı buluştukları yer, konuya tam uymuştu, çocuklukları da salaştı çünkü. Yuvarlak masa etrafına serpiştirilen çocukluğuna baktı teker teker. Sanki koca adam olmamışlar, babalarından aldıkları harçlıkları ezmek için büyüklere özenip buraya gelmişlerdi. Biraz gündelik hayat konuşmalarından, hal hatır muhabbetlerinden sonra konu tabiki eskilere geldi. Biri " Abi ne top oynardık ya hava kararana kadar, topu görmediğimiz zaman maçları bitirirdik" dedi.  " Harbiden ya deli gibiydik şimdi hayatta o kadar koşamam, lan senin annende ikide bir cama çıkıp eve çağırırdı " diye ekledi hemen yanındaki, gülüştüler.

- Adam bulamayınca japon kale oynardık, her türlü çözümümüz vardı.

- Japon kale neydi ya hatırlayamadım, dedi. Çünkü aklı hala evdeydi. Acaba evde gezen anılar küllüklere de bulaşmış mıydı ? Ağız tadıyla bi sigara keyfi kalmıştı.

- Oğlum yok muydu hani herkesin kendi kalesi vardı. Herkes birbirine gol atmaya çalışırdı. Bel üstü gol olmazdı falan.

- Kimse en yakınındakine gol atmazdı, yakınındakiler saldırmasın diye. Ulan herkesin bi ortağı olurdu, anlaşıp başkalarına saldırırlardı son ikiye kalmak için. Ne acayip günlerdi be. Kimi kalenin önünden çıkmaz, kimi ortağını satar. Bir tek penaltı olayını hatırlamıyorum, elle dokununca mı oluyodu ? Neyse sonuç olarak çocukken strateji uzmanlığı gerektiren bi oyundu işte.

- Tamam lan hatırladım abartmayın, hem sen ne konuşuyosun sen kalenin önünden çıkmazdın ki gol olacak diye. Bir de artistlik yapıyorsun şöyleydi böyleydi diye.

Gülüştüler yine, hep gülüştüler. Sonra ayrılırken tekrar büyüdüler, birbirilerine sarılıp ayrıldılar.Aslında dışarı çıkmak, eskilerden konuşmak iyi gelir diye düşünmüştü, iyi de gelmişti. Eve girdiğinde daha rahat hissetti, anılar daha sessizdi. Sigarasını çıkardı, biraz daha güldü. Çocukluğunu hatırladı, annesinin camdan akşam yemeğine çağırışlarını, maç mı azar mı ikilemesinde hep maçı seçmiş ve her seferinde pişman olmuş halini. Daha iyiyidi gerçekten, neredeyse uykuya dalarken bile gülecek kadar.

Sonraki bir hafta da iyiydi, artık evden daha fazla çıkıyordu. Artık yüz kasları gülümseme hareketini daha sık tekrarlıyordu.Bir aydır aramadığı arkadaşlarından bir iki tanesini de aramıştı hatta doğum günü daveti bile almıştı. Bir tek henüz saçını sakalını toplamamıştı ve madem davete katılacağım toparlanma zamanı geldi diye düşündü. Banyoya girip sıcak suyu açtı, aynada biraz kendini inceledi. Zayıflamış gibiydi ama rengi eskiye göre daha iyiydi, suyun kıvama geldiğini farkettiği an jileti eline aldı, bu sefer niyeti sadece sakalını kesmekti. Sakalını yavaş yavaş keserken hafiflediğini hissetti, yüzü hafifliyordu, ev hafifliyordu, hatıralar hafifliyordu. Keramet sakaldaymış der gibi gülümsedi yüzünü havluya silerken. Üstünü giyinip montunu eline aldı, mont giyinmeyi pek sevmezdi ama yinede aldı. Mahalle berberinin kapısından içeriye baktı, berber kokusu yüzüne vurdu önce. Gözü çocukken oturduğu tahtalardan birini aradı bir umut, göremedi. Kendisinden biraz büyük dükkan sahibi içeri buyur etti koltuğu göstererek. Biraz tedirgin oturdu koltuğa çünkü saçtı bu sonuçta herkese emanet edilemezdi.

- Nasıl olacak abi ? Diye sordu berber.

- Abi çok kısaltma, hafiften topla işte yanlardan falan, dedi ve ikaz eder bir tonda ekledi, aman abi gözünü seveyim çok kısaltma. Kendisinden büyük esnafın kendisine abi demesine sinir olurdu, paranın gücü diye düşündü. Sonra böyle düşünmekten vazgeçer gibi oldu, çünkü sadece saygıdan da abi demiş olabilrdi, sonuçta bizim milletimizin sevgiyi de saygıyı da abartır dedi içinden.

- Nerelisin abi ? Buralarda görmedim seni hiç.

- İstanbulluyum, öğrenciyim abi ben, bilirsin öğrenciler pek mahallede görünmez.

- Haklısın, ama İstanbullu değilsindir baban nereli ?

- İstanbulluyum abi işte, babamda İstanbullu

- Deden nereli ? diye sordu bu sefer berber olmaz öyle şey der gibi kafasını sallayarak.

- Abicim dedem de İstanbullu babamda hatta dedemin dedesi de, bu nasıl bir takıntıdır illa başka bi yerli mi olmam lazım.

- Tamam abi niye kızıyorsun öyle konu açılsın iki güzel kelam edelim diye sordum. Ne içersin çay, kahve ?

- Çay alayım abi ben sana zahmet, demli tek şeker.

Berber tahmin ettiğinden daha güzel iş çıkardı, saçı aşağı yukarı istediği gibi oldu. Hatta kendisinden daha güzel bir şekil verdi berber, normalde değiştirmezdi saç şeklini ama bu şekil hoşuna gitti. Parayı verip teşekkür edip çıktı dükkandan, sokakta bir kaç kedi köşe başında sigara içen iki genç ve sokak lambası cızırtısından başka hiçbirşey yoktu. Gideceği yeri tarif eden mesaja bir daha baktı ve yürümeye devam etti. Rüzgar ağaçlara belli belirsiz bir sonbahar türküsü çaldırıp sözlerini kulağının üzerine fısıldıyordu, kulağının üzerinden geçen rüzgar sanki az ilerde güzel bir kızın boynuna da dokunup hınzırca yoluna devam ediyordu. Bu rüzgar en fazla 10 yaşındadır diye düşündü, iyi hissediyordu iyi hissetmek bu çağda çokta bulunan bir alışkanlık değildi, hala yürüyordu. Mesajda tarif edilen yere ulaştığında geçen hafta eski arkadaşlarıyla buluştuğu yer olduğunu farketti o gün ne kadar salaş gelmişti gözüne, kapıda bekleyen arkadaşıyla selamlaşıp bardan içeriye girdiler. Çok kalabalık sayılmayacak kızlı erkekli, uzun bir masaya oturmuş grubun önünde durdular. Arkadaşı herkesin adını tek tek sayarken bu kadar insanla tokalaşmak yerine ortaya bir merhaba attı. Masadakilerin isimlerine ve yüzlerine dikkat etmeden gösterilen yere oturup geçen garsona bir bira söyledi. Arkadaşıyla laflarken bira önüne kondu, sigara paketini cebinden çıkarttı el yordamıyla çakmak bakındı. Paketten bir tane sigara çıkarıp arkadaşına döndü " sigara içmek yasak mı içerde ? "

- Malesef yasak, teras var orda serbestmiş bir tek.

Ses masanın diğer tarafından gelmişti. O tarafa döndü, sonra tekrar sigara paketine baktı ve yine arkadaşının yüzüne baktı sorduğu sorunun cevabını bekler gibi. Çünkü cevap veren şey o kadar güzeldi ki onun bu masada oturan bir kız olduğundan çok yüksek hayal gücünün mahsülü olduğuna inandı. Arkadaşı sorunun cevabı yerine kızın adını söyleyince şaşkınlığını gizlemek için başka bir soru sorması gerektiğini farketti. Bu sefer kıza dönüp " Peki nerede bu teras ? " diye sordu. Kız parmağıyla işaret ederken omuzundan başlayıp bileğini hatta parmağının kıvrımlarını yolda tesadüf eden bir şiiri okur gibi seyretti sonra işaretin merdiveni gösterdiğini farkedip masadan kalktı. Döndüğünde masa biraz daha ısınmış insanlar kendi aralarındaki muhabbetten sıyrılıp herpberaber konuşmaya başlamışlardı. Gözleri refleks olarak kızı aradı, bu refleksi sevmişti. Yakın oturma şansı olmadığını görünce karşısına oturmayı terchi etti. Fakat önemli bir sorunu vardı, masada doğum günü sahibini tanıyordu ve bir iki kişiyle de yalnızca selam alıp vermişliği vardı. Bu yüzden bir türlü muhabbete dahil olamıyor neresinden tutsa elinde kalıyordu. Vakti daralıyordu, farkındaydı çünkü masanın yakışıklısı giderek kızla yakınlık kuruyordu. Bir türlü muhabbete dahil olamamanın ve biranın yanında içemediği sigaranın verdiği sıkıntıyla etrafa göz gezdirmeye başladı. Geçen hafta arkadaşlarıyla oturduğu masada şimdi iki kız iki erkek oturuyordu." Acaba onlarda mı çocukluklarından bahsediyor "  diye düşündü, "hiç zannetmiyorum". Birden sıkıntılar tarafından kuşatılmış aklının ortasına işgalciler tarafından atılan bir gülle düştü, " tabi ya ". Masaya döndü tekrar, daha dikkatli dinlemeye başladı anlatılanları. İşte yakalamıştı, gerçekten de herkesin bir kalesi vardı ve herkes karşı kaleye gol atmaya çalışıyordu, "madem öyle eski japon kale oyuncularından kim kaldı" dedi kendi kendine. Tek yapması gereken oyunu kuralına göre oynamaktı, yani en sıkı rakibini yanına çekip onunla son ikiye kalmak. Bir iki zeki çıkış ve güzel esprilerden sonra istediği dikkati çekmeyi başarmıştı, artık yakışıklıyla aynı şeylere gülüyor birbirlerini onaylıyor giderek odak noktası oluyorlardı. İkilinin rakipleri bir bir koltuğuna gömülürken kahkahalar daha çok zafer çığlıklarını andırıyordu. Oyunun stratejisi gereği sona yakışıklıyla beraber kalesine en yakın olan yani yanında oturan adam kalmıştı, ama yanındaki umulmadık bir şekilde pes eder gibi herkese iyi eğlenceler dileyerek masadan kalkınca güzel tesadüfe teşekkür etmekten başka birşey yapmasına gerek kalmadı. Sıra en iyi oyuncuya gelmişti, nasıl alt edeceğini kestiremiyordu, ortada gerçekten bir futbol topu olsaydı kesinlikle şansı daha yüksek olabilirdi. Artık gecenin sonu yaklaşıyordu masadan kalkmadan bir şey yapmalıydı çünkü yakışıklı anıları ve esprileriyle kızı o kadar güldürmüştü ki bir noktadan sonra dayanamayıp kendisi bile gerçekten gülmeye başlamıştı anlattıklarına. Bu kalesinden açılıp cengaverlik yapmaktan ziyade kendi kalesine gol atmaya benziyordu. Can havliyle lafa girdi, o sırada yakışıklı ne kadar zeki olduğunu da göstermek ister gibi laf sokmaya yeltendi. Fakat malesef japon kalede bel üstü toplar gol sayılmıyordu, yaptığı hareketin abesle iştigal olduğunu anlayan yakışıklı kendini affettirmek hatta daha önemlisi tekrar odak noktası olmak için bir el ense hareketi çekti gönül alır gibi. İçinden " malesef dostum " dedi " elle mudahale de penaltı ki sen mahallenin en iyi penaltıcısına denk geldin".  Bu fırsatı iyi değelendirmeliydi, yakışıklının laubaliliğini yüzünde parçaladı kurduğu cümlelerle, fakat artık veda zamanıydu ve durum berabere görünüyordu. Bardan çıkarken çalan şarkıya kulak kabartan kız " bunu dinleyip öyle mi gitsek ?  Çok güzel şarkı " dedi. Yakışıklı kafasıyla onayladı ve ekledi " Çok daha güzel şarkıları var, kesinlikle favorilerimden biri " üstüne bir de kızın gülümsediğini görünce rakibine de üstünlüğünü onaylatmak ister gibi sordu " öyle değil mi ? " . Soru hiç beklenmedik bir noktadan gelmişti, önce yakışıklıya baktı sonra kıza döndü. Ya yalan söyleyip onaylayacak ve kalesinin önünde bekleyip yakışıklıdan gol yememeye çalışacak ya da doğruyu söyleyip şerefli malubiyetler serisine bir artı daha ekleyerek şansına küsecekti. Kıza son bir kez daha baktı tekrar görme umudu olmadığı için ezberler gibi baktı ve doğruyu söyledi " ben pek dinlemedim, hatta bilmiyorum demek daha doğru olur diğer şarkılarını " bu kadar doğruluk fazlaydı hızla uzaklaşması gerektiğinin farkındaydı. Fakat rakibi zafer keyfini uzatmaya niyetliydi " nasıl yani ? " diye sordu alaycı bir tavırla ve etrafa amerikan filmlerinden fırlamış bir bakış attı. " Nasıl yanisi mi var lan lavuk illa dinlemek zorundamıyım " diyip ağzının ortasına okkalı bir kafa atmak istedi ama onun yerine " ne bileyim ben daha değişik şeyler dinliyorum sanırım " diyebildi. Bir soru daha sorarsa eğer bu sefer kafa atarım diye düşünürken bu sefer soru kızdan geldi " Ne gibi ? " . Allahım bitsin bu işkence dedi içinden, sonra dışından " Ne bileyim mesela Nina Simone gibi ".

- Nina Simone dinliyosun ! dedi kız hayretle.

- Neden dinleyemez miyim ?

- Çok rastlamadım, o yüzden şaşırdım.

- O zaman üstelik plaklarından dinliyorum desem daha çok şaşırırsın .

- İnanmıyorum, çok güzel ya !

Yakışıklı şaşkınlıkla bu konuşmayı dinlerken içinde son dakikada gelen şans golünün coşkusuyla trübünler çökmekteydi, şimdi anlamıştı her seferinde neden azar ve maç arasındaki seçimi hep maçtan yana yaptığını. Müzik sohbetinin koyulaştığını gören yakışıklı için artık malubiyeti kabul etme zamanı gelmişti " ben burdan ayrılıyorum, iyi geceler " diyip karanlığa karıştı.

- Sen ne tarafa gidiyorsun, diye sordu kıza.

- Beşiktaş

- Güzel..

Yol boyunca bir sürü şeyden konuştular, o kadar fazla konuştular ki kızın kapısına geldiklerinde çocukluk anılarına kadar inmişlerdi. Kız yürüdükleri sokağı aşağıdan yukarıya süzdü. " İşte aynı böyle bir sokaktı " dedi, " Anlatmaya çalıştığım sokak aynı buraya benziyordu ".

- O zaman sen de mahalle kültüründe büyüyen şanslılardansın.

- Evet dedi kız gülümseyerek. Hatta erkeklerle maç yapmışlığım bile vardır.

- Hadi canım.

- Gerçekten, ama öyle sizin yaptığınız gibi değil. Sen bilirsin, hani vardı ya ne kaleydi adı, japon kale mi ?

- Japon kale, dedi gülümseyerek..

- Her neyse dedi kız, burası benim evim. Zahmet oldu sana da, teşekkür ederim. Hatta bu çok kuru bi teşekkür oldu, vaktin varsa sana kendi ellerimle kahve yapayım, çok güzel kahve yaparım.

- Asla hayır diyemem, dedi merdivenlerin ilk basamağına adım atarken...


* Devamı gelebilir, olamaz mı olabilir.. 

3 yorum:

  1. Evet devamını bekliyorum. Bu kadar çabuk sevgilisini unutmuş, yeni bir kızın çekim alanına girmiş kahramanın, kahvesini nasıl alırdı acaba?

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. uzun falan demeyip usanmadan okuyosun ya çok hoşuma gidiyo :)) kahvesini orta alırdı, yani ben yazdığıma göre orta içiyorum ben :P zaten şu "çabuk unutma" olayına hiç girmicem kızlarla erkekler arasında farkları başka bi zaman tartışırız :)

      Sil
  2. hımmmm o zaman tartışma çok uzun sürecek belli ki ;) sen yaz ben keyif alıyorum yazdıklarını okumaktan ve orta şekerli olacağını tahmin etmiştim :)

    YanıtlaSil