5 Temmuz 2012 Perşembe

Son

...Herşeyin bir sonu olduğu duygusuna insan en çok o sona yaklaştığında teslim oluyor ve o duygu bedenine öyle bir sarılıyor ki  debelenmenin nafile olduğuna hiç debelenmeyi denemeden ikna oluyor insan. Yaptığın hataların kusursuz pişmanlığı, yaşadıklarının ihtişamlı yorgunluğu ve dudak kenarından dökülen bir sürü yalan işte tam o an sözleşmiş gibi kaburgalarınla midenin arasındaki kurtarılmış bölgeye oturuyor. Yani şimdiki gibi, bu katlarının sayısını bilmediğim hastanenin insan gözüyle görünmeyen karanlığında, ameliyat gömleğiyle uzandığım yatağında sonu saç diplerimde, kasıklarımda, omur iliğimde hissediyordum. Balkon kapısının açık kaldığını perdenin havayla dolup boşalmasından farkettim. Bembeyaz perde dalgalandıkça dışardaki ışıklar yatağıma vuruyor fakat perde bütün ışıkları kendi beyazlığında eritip odayı daha fazla karanlığa gömüyordu. Yatağımdan doğrulup açık kapıya yürürken rüzgar parmaklarımın arasında dans ederek, bileklerime dolanarak boynuma kadar çıktı. Kaçınılmaz bir son gibi bütün vücudumun karşı çıkmasına rağmen balkondayım artık. Gözlerim kocaman gökdelenlerin ışıklarına asılmış, çok yüksek bir katın balkonunda mükemmel sessizliği dinliyorumdum.

Öne doğru birkaç adım atıp balkonun gümüş rengi korkuluklarından tutunarak aşağı bakmak istedim. Başımın ağırlığını kalırıp kaldıramayacağımdan emin olmayarak ellerimi öne attım, korkulukların soğuğu tırnak uçlarımdan beynime kadar hızla sarmaladı etrafımı. Sanki bütün ölü ruhları içine hapsetmiş, umutsuzluk ve çaresizlik içine işlemiş kadar soğuk korkuluklar, bu soğuğu hissetmemek için ölü olmak gerekirdi gerçekten. O an bir kişi hariç kimse bana, birden bütün dünyayı donduran, yaşadığım ne varsa buz kütlesine dönüştüren hatta hepsinin bir bir yere düşüp parçalanmasını izlettiren, ruhumun çektiği ızdıraba karşılık kahkahalarla gülen bu soğuğun cansız bir his olduğuna inandıramazdı. İnandırabilecek tek kişinin sesi geldi " ağrın var mı ? " ki o ses kaburgalarımdan tek tek tutarak soğuğu içimden söküp aldı. Balkonun en karanlık köşesinden yanıma doğru yürümeye başladı, yüzünün kenarlarına dökülmüş uzun saçlarını her zamanki gibi kulağının arkasına atıp , çenesinden aşağıya doğru uzayan sakalıyla oynayarak. Fakat saçının dağınıklığı ve yorgunluğu birkaç gündür eve gitmediğini ele veriyordu.


- Yok, aslına bakarsan hissetmiyorum belki vardır. Hatta bedenimi ödünç almış gibi hissediyorum, sanki..


- Öyle deme, daha güzel olacak herşey, eskisi gibi. Beraber çıkacağız burdan, herkes seni bekliyor.


Herkesin beni beklediğinin farkındaydım ama ne şekilde beklediğinden emin değildim, çok az ömrüm kaldığını söyleyen tıp mı yoksa şu anda karşımda ruhsuz bir şekilde bana moral vermeye çalışan dostuma mı inanmalıydım. Üstelik doktorlar büyük özgüvenle konuşup, onun söylediğine kendinin de inanmadığı gözlerinin içinden hatta neredeyse - zayıflığı nedeniyle - dışardan görünebilecek olan kalbinden belliyken. Onu uzun zamandır tanıyordum, yalanlarını ele veren ilk noktanın dudaklarının kenarı olduğunu bilecek kadar ki bunları söylerken dudağının kenarı titriyordu. Sanırım en güzel son aniden olandır, çünkü böyle gelmesini bekleyerek, hiçbirşey yapamadan, kaçamadan bekleyerek geçen her saniye daha çok yaşayacağınıza inandırıyor. İnsanın ızdırabı, kendi umudu. Üstelik herkesin bildiği, beklediği, sürprizsiz son kendinden önce birçok kişiyi düşünmek ve onları üzecek olmanın vicdan azabını da üzerinize yüklüyor. O sorumluluk ile sordum herkesi, tek tek :


- Nasıllar nerdeler ? Sen niye eve gitmedin, git, dinlen biraz. Gelirsin ertesi gün, söz sen gelmeden ölmeyeceğim.


- İyiyim ben, yorgun falan değilim hem saçmalama zaten ölmeyeceksin.


- Yeter ! İkimizde biliyoruz ne olacağını, ben kabul ettim, sen de etsen iyi olur. Şimdi bana bi sigara ver.


- İşte böyle devam edersen ölürs..


- Ver dedim !




Sigarayı parmaklarımın arasına aldım, sanki artık benim olmayan parmakların. Çakmağı yaktığımda etraftaki bütün gökdelenler, evlerin bütün ışıkları gölgede kaldı,  gölgemin altında. Dudaklarıma götürdüm sigarayı,bütün eski sevgililerimin dudaklarına eğilir bir özenle üzerine eğilerek derin bir nefes çekip ağzımdan çıkan dumanı ya da ruhumu izledim ki ikiside kirli, gri bir bulut nihayetinde. Bundan sonrası için bolca sessizlik vardı, şimdi sessiz olmaya gerek yoktu.


- Sen git, başkası gelir illaki, dinlen öyle gel.


- Kimse gelmez.


- Neden ?


- Herkesin işi var.


-Herkesin ? Aynı anda ?


-Evet herkesin, aynı anda, aynı iş.


Birden sesi konuşmaya başladığımız andan itibaren olmadığı kadar emin bir tonda çıktı. Sanki dünya üzerindeki kimse o an onun kadar emin değildi kendinden. Cümlesini bitirince yüzüne düşen saçlarını yine geriye attı ve gülümsedi. Bu gülümsemeyi tanıyordum, ince dudaklarının kenarında, ukalalığa kaçan, özgüven dolu gülümseme. Gecenin yarısında, balkonun ortasında, koca binaların ışıklarının altında sadece birbirimize bakıyorduk. Bu gülümseme normal değildi, bu gülümsemenin altında şu an tahmin edemediğim bir sürü mana, bir sürü hikaye vardı. İçimden bir ses sorma diye bağırıyordu ama içimdeki sesi dinleyecek kadar zamanım yoktu. Ne diyebildim sadece, cümlemin devamını getiremeden büyük bir gürültü koptu. Kendimi geri atıp onu da çekmek isterken o beni tuttu. Yüzünde hala aynı gülümsemeyle çok sakin, çok kararlı, ürkütecek kadar. Yerinden bir adım bile kıpırdamadan kafasını sesin geldiği tarafa doğru çevirdi, ben de öyle. Kocaman bina sağa sola yalpalayarak, alevler ve toz bulutu içinde yıklıyordu. Patlamanın etkisiyle etraftaki bütün pencereler patlamış, insanlar panik halinde sokakta koşuşturuyorlardı.  Az önce ışığıyla etrafı aydınlatanbina dakikalar içinde karanlığa gömülmüştü. Üzerimdeki şaşkınlığı atıp ne yapmamız gerektiğini düşünmeye başladım :


- Kaçalım !


"- Gerek yok. Buraya, bize hiç bir şey olmayacak." dedi hala rahatsız edecek kadar sakin ve yüzündeki o gülümsemeyle.


- Nerden biliyorsun, ne oluyor ? Hadi gidelim !


Cümlemi bitirir bitirmez bir patlama sesi daha geldi. Kafamı çevirdiğim tarafta kocaman bir binanın zemininde çıkan yangını ve dalgalanarak yan yatmasını izledim. Kalkan tozların genzime kadar geldiğini hissediyordum ama etrafı saran toz bulutundan çok kaostu. Yüksekte olmamıza rağmen insanların çığlıkları, sirenler hatta artık gözle görülür hale gelen korku bize kadar ulaşıyor ve kulaklarımın içinden beynime büyük bir baskı uyguluyordu. Aslında bu saatten sonra ölmekten korkmak saçmalıktı çünkü bu hastane yıkılsa da yıkılmasa da ne halde çıkacağımı biliyordum. Zaten beni rahatsız eden ölüm korkusu değil, tedirgin merak duygusuydu. Şu önümde duran insanın ortalık cehenneme dönmüşken nasıl bu kadar sakin ve kendinden emin durduğunu merak ediyor ve cevabından korkuyordum.


"- Merak etme " dedi " Bizimkilere veya başkasına, kimseye birşey olduğu yok "


- Peki o zaman bu neyin nesi, sen nerden biliyorsun !


- Biliyorum çünkü biz yaptık. Çünkü bu intikam !


- Neyin intikamı kimden, neden, söyle dursunlar !


- Seni bu hale getirenlerden !  Zaten artık istesem de durduramam, artık çok geç. Gel, bizi bekliyorlar.


İntikam benim de aklımdan geçmişti aslında fakat nasıl bu hale geldiğimi, kimi ne ile suçlayarak intikam alacağımı bilmiyordum. Kaldı ki insan hayatında sadece bu noktada önceliği nefret ettiklerine değil sevdiklerine vererek ilk ve sürekli onları düşünüyordu. Onlar intikam yolunu bulmuş, işleme koymuşlardı, şu anda içinde insan bulunmayan bütün ofis binalarını yerle bir ediyorlardı. Çünkü benim ya da herhangi birinin ölüyor olması kimsenin umrunda olmaz, kimse arkadaşlarıyla kahve içerken, yatağında uyurken, sevişirken, gülerken ölümü düşünmez. O huzursuzluk, amaçsızlık, yorgunluk yalnızca ölüm anı yaklaştığında hissedilir, aynen şu anda civardaki bütün insanların hissettiği gibi. Amaçları öldürmek değil, ölüm korkusunu yaymaktı. Fakat insan neden doğduğu andan itibaren kesin olan tek şeyden bu kadar korkar, işte bunu sürpriz bir hatırlatma ile değil ancak yavaş yavaş, içine kazınarak beklerken farkedebilirsin.


Balkondan çıkarken çok kısa aralıklarla iki gürültü daha koptu, neredeyse yapışık olan iki bina birbiri üzerine yıkılıyordu. Bir zaman sonra sanki patlamalara alışıp bu kadar yüksek binanın neden bir arada olduğunu sorgulamaya başlar gibi oldum. Üstümü değiştirirken içimde - benim de hayret ettiğim - iki duygu birbiriyle mücadele ediyordu, bir tarafım bu olanlardan zevk alırken, bir tarafım acıyor durmaları için ikna etmem gerektiğini söylüyordu. Odadan çıkıp asansöre doğru yürürken koridorlarda tahliye alarmlarının, patlamaların sesini duyanların koşuşturmaları vardı. Panik halinde merdivenlere saldırdıkları için asansör boş ve rahattı. Aynada beni izliyorduk ikimizde, merak ediyordum ben aynaya baktığımda gözleri çökmüş, yüzü bembeyaz, kolları serum delikleriyle dolu bir adam görürken, o hala eski halimi mi gördüğünden gülümsüyordu. Otopark katına geldiğimizi asansörün sinyali haber verdi. Kapı açılırken dışardan gelen konuşma sesleri kesildi, bütün iyi arkadaşlarım - ki yaklaşık on kişi - arabaların etrafında toplanmış benim adımlarımı izliyordu. Hepsinin yüzünde intikam almanın gururu, vereceğim tepkinin tedirginliği ve daha birçok şeyin ağırlığı vardı. Hepsine tek tek sarılmam biraz olsun rahatlattı onları, artık yüzleri az da olsa gülüyordu " Bitti mi " dedim, " daha değil " dedi biri içlerinden " bin arabaya ".


Daha otoparktan çıkar çıkmaz insanların üzerindeki o gerginlik, bir çeşit koku gibi arabanın içinde hissediliyordu. Üç araba arka arkaya ilerlerken arabaların içindeki herkes birbirinin yüzüne bakıyor, mutluluk mu pişmanlık mı hangi ruh halinde olmaları gerektiğini birbirlerinden öğrenmek istiyordu. Bir tek ben, biraz arabanın camındaki yansımamı biraz dışarda sağa sola koşuşturan insanları izleyerek, eğer biraz kıpırdanırsa hala ruhumun var olduğuna inanmaya çalışıyordum. Az ileride itfaiyelerin ve polis arabalarının yolu kapattığını görünce diğer tarafa döndük, her yerden siren sesleri yükseliyor neredeyse bütün sokaklar tek tek kapatılıyordu. Zor olsa da açık olduğunu gördüğümüz bir sokaktan, kimseyi ezmemeye dikkat ederek ilerlerken, bulduğu yüksek bir yere çıkıp oradaki bütün insanlara " hepimiz öleceğiz ! " diye bağıran birini görünce arabadakiler başardıklarını anladı. Sonunda şehrin biraz dışında, daha tenha olan yollara ulaşmış rahatça ilerliyorduk. Arabanın camını açabilirdim artık, ne şehrin yanık kokusu ne insanların panik havası camdan içeri giremezdi. Camı aralayıp bir sigara istedim, herkes birbirinin yüzüne baktı başkasından onay almak ister gibi, biraz tereddüt ettikten sonra ısrarcı olduğumu anlayıp sigarayı verdiler. Keyif sigarası mı, can sıkıntısı mı bilmiyorum.


İşte artık oradaydık, neredeyse btün çocukluğumuzun geçtiği, şehri tepeden gören en hakim noktalardan biri. Çocukken top oynadığımız, gençlik zamanımızda bira içtiğimiz bu yeşillikte şimdi üç arabayı park etmiş hiçbir şey konuşmadan sadece şehri izliyorduk. Bu uzaklıkta insanları seçmek zor ancak küme küme toplanmış olanlar farkediliyor, çok azda olsa siren sesleri geliyordu. Sessizliği bozmanın zamanı gelmişti :


- Bitti mi ?


"- Neredeyse " dedi, balkonda intikamı keyifle anlatan ama şimdi o gücü sanki tükenmiş gibi çıkan arkadaşım.


- Peki ne olacak şimdi ?


- Son bir şey, burdan gör istedik.


Telefonla birini aradıktan sonra bana eliyle en uç noktayı işaret etti. Gücüm kalmamıştı ama zor da olsa belli etmeden uca kadar yürüdüm. Yanımda kimse yoktu, tek başıma bütün şehrin karşısında duruyordum. Bunu kaç kere yapmıştım hayatımda hatırlamıyorum fakat şimdi gerçekten bütün şehir bana bakıyormuş gibi, benim farkıma ilk kez varmış gibi karşımda duruyordu. Çok cesur görünüyor olmalıydım, çok cesur, çok yorgun, çok kararlı. Ellerimi iki yana açıp gözlerimi kapattım, ölüme hiç bu kadar teslim olmamıştım, öleceksem şu an ölmeliydim. Derin bir nefes aldım ve geceden beri duyduğum en büyük gürültüyle gözlerimi açtım. Karşımda duran, bu yükseklikte bile insanın şehre kafa tutma gücünü kıran heybetteki en büyük binasının önce camları patladı, her pencerenin içinden tek tek alevler çıkmaya başadı. Bina kararsız bir şekilde önce sağa doğru büküldü, sonra sola, bina direniyordu düşmemek için. Sanki beni almadan gitmeyecek gibiydi ta ki bir patlama sesi daha gelip alevlerin aşağıdan yukarıya doğru, sanki yüksek şiddet eğilimiyle binayı sarmasına kadar. Fırlayan parçalar şehrin etrafında büyük bir havai fişek gösterisi, bir kutlama varmış hissi yaratıyordu. Bina yıkılırken insanların çığlıklarının içinden geçip siren seslerini taşıyan rüzgar, açık avuçlarıma doldu. Parmaklarımın arasında tek tek gezinerek bileklerimi sardı, keşfe çıkmış gibi kolarımı omuzlarımı gezdi. Siren seslerini ve çığlıkları kulaklarıma bırakarak boğazıma dolandı, sıktı, sıktı...




* Bazı yazım hataları bulunuyor sanırım onlar için kusura bakmayın lütfen, biter bitmez yayınladım.

10 yorum:

  1. Çok tebrik ederim. Çarpıcı!

    YanıtlaSil
  2. Lütfen hikaye gerçek olmasın, sarsildim resmen.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. umarım bi dahakine daha şiddetli sarsarım :))

      Sil
  3. Bayıldım! Müthiş olmuş :o

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler, senden duymak ayrı bi keyif :)

      Sil
  4. Sonra vay efendim bloga yazı yazmıyosun.Sen böyle yazdığın sürece nasıl yazayım çıta mıta kalmadı:D

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ve sıra geldi sana - seni sona sakladım sıralama göz etmeksizin - yakındır greve gidicem hatta toplumsal baskı yapıcam üzerinde ! Daha neler sölicem de yeri burası değil yüzüne her akşam söylüyorum onları :D

      Sil
  5. Afedersin ama Adams ailesi bok yemiş :)

    Terbiyesizlik bir yana, çok güzeldi; her yazın bir öncekinden daha iyi geliyor... Devamını bekliyoruz efendim...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. :)) Amaan Adams ailesi kimmiş, biz olmuşuz bi aile :P
      Çok sağol hacı valla sen böyle konuştukça daha iyisini yapmaya daha çok gücüm oluyo :)

      Sil